GİRİŞ

 

Sendikamız Merkez Yönetim Kurulu Petrol-İş Yıllığı’nın yayına hazırlanması için bir Yıllık Yayın Kurulu kurdu. Yayın Kurulu, sendikamızın yayın repertuvarı içinde önemli bir yeri olan Yıllık’ın temel konsepti, içeriği ve formatı üzerinde yaptığı değerlendirme sonucunda, temel konsept, içerik ve formatta bazı değişiklikler yapılması gerektiği sonucuna vardı. Elinizdeki çalışma böylesi bir anlayışın ürünüdür.

 Dünya ve ülkemiz ile ilgili istatistik verilere internetin sağladığı olanaklar nedeniyle kolayca ulaşılabileceği için, Yıllık’ta bağımsız tablolar halinde sayısal verilere yer verilmesinin artık gerekli olmaktan çıktığı kanısındayız. Yıllığın ana amacı esas olarak dönem analizleri yapmak olmalıdır. Dönem analizleri özellikle Türkiye ağırlıklı olmalı, ama dünyadaki gelişmelerin bağlamı da göz ardı edilmemelidir.

 

Yıllık tematik bir içerik taşıyor, yani bir ana tema çevresinde şekilleniyor. Temanın belirlenmesinde, dönem içinde dünyada ve ülkemizde yer alan gelişmelerin temel doğrultusu, trendler dikkate alındı.

 

Yıllığın hazırlanması çalışmasına akademik çevrelerin katılımını ve katkısını sağlamanın önem taşıdığını düşünüyoruz. Böylesi bir yaklaşım, dünya ve Türkiye sendikal hareketinin trendlerinin tartışılmasında akademik çevreler ile sendikal çevrelerin buluşmasını sağlayacaktır. Bu buluşmanın sağlayacağı ortak enerjinin Türkiye sendikal hareketi üzerinde kafa yoran çevrelerin düşünsel kapasitesini artıracağı kanısındayız.

 

Bu yönde ilk adım olarak, katkıda bulunabilecek akademisyen ve sendika uzmanlarıyla Merkez Yönetim Kurulu ve Yayın Kurulu bir gün süren ortak bir çalışma toplantısı yaptı.

 

Çalışma toplantısının zaman ve emek kaybı olmaksızın gerçekleşmesi için, belirlenen ana tema ve ana temadan yola çıkılarak geliştirilen ve soru setlerinden oluşan bir kavramsal çerçeve ile birlikte kavramsal çerçevenin açılımı niteliğindeki bir perspektif belgesi, ortak çalışma toplantısına katılacak akademisyen ve uzmanlara önceden gönderildi.

 

Yıllık ana teması şöyle belirlenmişti: “Kürselleşme koşullarında kapitalizmin yeniden yapılanması ve sendikal örgütlenme”.

 

Bu temadan yola çıkılarak geliştirilen kavramsal çerçeve ise şu soru setlerinden oluşuyordu:

 

“Küreselleşme koşullarında kapitalizmin yeniden yapılanma süreçleri dünyada ve Türkiye’de nasıl şekilleniyor? Bu konuda ana doğrultular (trendler) nelerdir?

 

Bu trendler üretim sisteminde, üretim içinde emeğin örgütlenmesinde, istihdam ilişkilerinde nasıl bir değişime yol açıyor? Bu süreçlerde bilimsel teknolojik devrim nasıl bir işlev üstleniyor? Taylorist-fordist standart üretimden esnek üretime geçilmesinde hangi özellikler ağır basıyor? Öte yandan standart istihdam ilişkilerinin esnekleşmesi ve atipik istihdam ilişkilerinin yaygınlaşmaya başlaması hangi özellikleri taşıyor?

 

Bu bağlamda ekonomi politikalarında nasıl bir değişim gözleniyor? Keynesyen ekonomi politikalarının yerini alan neoliberal politikalar bütün bu süreçlerin şekillenmesinde nasıl bir işlev üstleniyor?

 

Söz konusu gelişmelerin sendikamızın faaliyet gösterdiği  sektörün yapısı üzerindeki etkileri nelerdir?

 

Bu trendler ve süreçler sendikaların toplumsal tabanını oluşturan işçi sınıfının yapısında ve bileşiminde ne tür değişmeler yaratıyor? İşçi sınıfının geleneksel çekirdek-çeper ilişkileri bu süreçten nasıl etkileniyor? Sınıfın yapısındaki heterojenleşme hangi özellikleri gösteriyor? Böylesi bir oluşum geleneksel sendikal dayanışma anlayışının tartışılıp yeniden tanımlanmasını gerektiriyor mu?

 

Bütün bunlara bağlı olarak sendikal hareketin örgütsel yapıları, çalışma yöntemleri, programları, strateji ve politikaları nasıl bir dönüşümle karşı karşıya?

 

Dünyada ve Türkiye’de yaşanan sendikal krizin bu süreçlerle bağlantısı nedir?

 

Özellikle Türkiye’de üye kaybı biçiminde ortaya çıkan sendikal krizden çıkış perspektifleri nelerdir? Böylesi bir perspektifte sendikal örgütlenmenin yeri nedir?

 

Sendikal hareketin örgütlenme kapasitesini artırabilmek için geliştirilecek stratejik yaklaşım ve sendikal politikalar neleri dikkate almak zorundadır?”

 

Bu soru setlerinden oluşan kavramsal çerçeveye Petrol-İş Yayın Kurulu’nun yaklaşımını içeren perspektif belgesi ise tezler biçiminde şöyle formüle edilmişti:

 

“Sendikal Harekette Trendler

ve Stratejik Perspektifler

 

Türkiye’de sendikal hareketin temel sorunu çift yönlü bir süreçten kaynaklanıyor. Bu süreç 12 Eylül rejimi ve kapitalizmin yeniden yapılanması olarak formüle edilebilir. Sendikalar artık eski paradigma içinde kalarak etkinliklerini ve işlerliklerini sürdüremezler. Öyleyse, dünyadaki yeni trendler ve süreçler nelerdir?

 

Üretim süreçleri, küreselleşen kapitalizm koşullarında bilimsel teknolojik devrimin yarattığı olanaklardan da yararlanarak yeniden örgütleniyor. Ölçek ekonomilerinden küçük ölçeklere, taylorist-fordist standart üretimden esnek üretime geçiliyor.  Esnek üretim dünya ölçeğinde yaygınlık kazanıyor, kapitalizmin küreselleşmesi sonucunda üretim sistemi parçalanarak pazara en elverişli noktalara taşınıyor. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin yaygınlaşmasına paralel olarak uluslarötesi şirketler üretim ve pazarlama sisteminin organizasyonunu ve koordinasyonunu yönlendiriyor. Bu bağlamda ekonomi politikalarında nasıl bir değişim gözleniyor?

 

Keynesyen ekonomi politikaları devre dışı bırakılırken ulusal coğrafyalarda toplumsal ve insani boyut ekonomi politikalarından bütünüyle dışlanıyor. Devlet işgücünün yeniden üretiminde üstlenmiş olduğu işlevi artık terk ediyor. İşletmelerde küçülme, özelleştirme ve piyasaların oluşturulması adına devletin ekonomideki rolü daraltılıyor. Bu bağlamda özellikle neoliberal politikalar belirleyici oluyor. Makro düzeydeki bütün bu gelişmeler istihdam ilişkilerini nasıl etkiliyor?

 

Standart istihdam ilişkileri esnekleştiriliyor, atipik istihdam ilişkileri (part-time çalışma, eve iş verme, geçici işçilik, taşeron ilişkileri ve kayıt dışı istihdam, vb.) yaygınlık kazanıyor. Buna paralel olarak işyerinin ve çalışma zamanının sınırları da esnemeye ve silikleşmeye başlıyor. Çalışma zamanının ve işyerinin nerede başlayıp nerede bittiği belirsizleşiyor. İşçiler üretim sürecindeki psikolojik baskı ve gerilimi içselleştirmeye başlıyor. Bunun yanı sıra, işletme bazındaki çekirdek işgücü için nispeten güvenceli ve sürekli istihdam olanağı yaratılırken, çeperdeki işgücüne güvencesiz ve geçici istihdam yöntemleri uygulanıyor. Geleneksel tipik istihdamdaki erkek işgücünün yanında kadın, genç ve beyaz yakalı işgücü yaygın olarak işgücü piyasasına giriyor. Bu çok yönlü süreç, sendikaların toplumsal tabanını oluşturan işçi sınıfının yapısında ne tür değişmelere yol açıyor?

 

Eskiden sınıfın çekirdeğini oluşturan geleneksel sanayideki, özellikle imalat sanayisindeki kesimler çepere doğru çekilirken, oluşmakta olan sanayilerde kilit işlevi üstlenen yeni kesimler sınıfın çekirdeğine yöneliyor. Yeni istihdam biçimlerinin yarattığı çeşitlilik sınıfın yapısını heterojenleştiriyor. Özellikle hizmet sektörünün ekonomide kazandığı yeni işlev ve yaygınlık sonucunda kadınlar sınıfın bileşiminde ağırlık kazanıyor. Kadınlara daha çok esnek istihdam yöntemleri uygulanıyor. Sınıfın yapısındaki heterojenleşme geleneksel sendikal dayanışmanın tartışılıp yeniden tanımlanmasını gerektiriyor.

 

Görece homojen nitelikteki geleneksel işçi sınıfının dayanışması yeni süreçler karşısında sarsılıyor ve yeni bir dayanışma konsepti gündeme geliyor. Bu yeni anlayış, sınıfın farklı kesimlerinin kültürünü, yaşama biçimini, ihtiyaçlarını, özlemlerini ve istemlerini dikkate almak zorunda. Öte yandan, kapitalizmin küreselleşmesi koşullarında sendikal dayanışmaya bölgesel, ulusal ve yerel düzeylerin yanı sıra küresel bir boyut da kazandırılması gerekiyor. Toplumsal tabanında ve dayanışma anlayışında böylesi dönüşümler yaşanan sendikal hareketin örgütsel yapıları, çalışma yöntemleri, strateji ve programları nasıl bir dönüşümle karşı karşıya?

 

Örgütsel yapılar sınıfın değişen ve çeşitlenen kültürünün, entelektüel donanımının ve bilgi düzeyinin gerektirdiği özelliklere uygun olmak zorunda. Bu ise özellikle sendikal demokrasi ve katılım mekanizmaları içeren örgütsel yapılar oluşturulması anlamına geliyor. Bunun yanı sıra,  sendikal örgütün çeşitli kademeleri ile işyeri örgütleri arasındaki dikey ve yatay ilişkilerin hem daha sıkı hem de daha esnek hale getirilmesi gerekiyor. Sendikal çalışma yöntemlerinin ise bütün bu süreçlerin doğru kavranmasına olanak verecek uzmanlık birikimiyle beslenir hale getirilmesi gerekiyor. Aynı biçimde, sendikal strateji ve programların geleneksel ve yeni işçi kesimlerinin çeşitlilik taşıyan ihtiyaç ve özlemlerini karşılayacak biçimde oluşturulması özel önem kazanıyor. Sınıfın yapısındaki köklü değişimin yol açtığı ve üye kaybı biçiminde ortaya çıkan sendikal krizin aşılması, bütün bunların yanı sıra bir sorunu özellikle öne çıkarıyor: Sendikal örgütlenme sorunudur bu. Sendikalar örgütsel yapılarını, çalışma yöntemlerini, strateji ve programlarını ana sorun olan sendikal örgütlenme bağlamında değerlendirmelidirler.

 

Sendikaların var olan sendikal krizi aşabilmeleri yeni bir sendikal paradigmanın oluşturulmasını gerektiriyor. Üretim sistemindeki ve istihdam biçimlerindeki köklü değişimin sınıfın yapısında yarattığı yeni olguları göz önüne almadan eski sendikal paradigmada ısrar etmek sendikal krizin daha da derinleşmesine yol açabilecektir. Sendikalar yeni anlayışa göre şekillenirken örgütsel bağımsızlıklarını (özerkliklerini) özenle geliştirmelidirler. Ancak örgütsel bağımsızlıklarını koruyabilen sendikal örgütler öbür sosyopolitik güç ve gruplarla sağlam ve etkin ilişkiler kurabilir, kendi toplumsal tabanlarını hedefleri doğrultusunda seferber edebilirler.

 

Böylesi bir yaklaşım tepkici sendikal tutumdan aktif yönlendirici (proaktif) sendikal tutuma geçmek anlamına gelecektir. Sendikal harekete böylesi bir perspektiften yaklaşmak, kapitalizmin yeniden yapılanması sürecinin yol açtığı sendikal krizin aşılmasının yanı sıra, 12 Eylül rejiminden çıkışın da ipuçlarını içeriyor.”

 

Ortak çalışma toplantısında yapılan görüş alışverişi sonucunda, Petrol-İş Yıllığı’na katkıda bulunacak kişiler yazacakları makalelerin konularını belirlediler. Elinizdeki Yıllık işte böylesi bir süreç sonucunda hazırlandı.

 

Küreselleşme Koşullarında Kapitalizm

Ve Sendikal Hareket

 

Sayın Tülin Öngen küreselleşme koşullarında kapitalizmin yeniden yapılanma süreçlerini şöyle formüle ediyor: “Henüz oluşum halinde olan Küresel Kapitalizm, tarihsel kapitalizmin pek çok ortak özelliğini paylaşmakla birlikte bazı özgüllükler de içerir. Bugün kapitalist ülkelerde son yarım yüzyıla damgasını vuran Refah Devleti toplumundan gerek içerik gerekse biçim açısından tamamen farklı toplumsal ilişki türleri gelişmektedir.”

 

“Kapitalist toplumsal formasyonlarda bugün yaşanmakta olan dönüşümün” boyutlarını, özelliklerini, içeriğini ve temel doğrultusunu irdeleyen Öngen, bütün bu süreçleri sağlam bir metodoloji ile gözler önüne seriyor.

 

Sayın Meryem Koray, “yaşadığımız küreselleşme evresinin kapitalizmin yeni bir evresi olduğu” saptamasından yola çıkarak, “küreselleşmenin getirdiği sorunlar karşısında genel olarak siyasetin bir araç olarak önemi ve gerekliliği üzerinde” odaklanıyor. Bu bağlamda, “liberal-sosyal sentez” diye adlandırdığı Batı Avrupa toplum modelini, “kapitalizm ile demokrasiyi, emek ile sermayeyi uzlaştırmaya” dönük yönüyle irdeliyor.

 

Batı Avrupa toplum modelinin küreselleşme koşullarında karşı karşıya bulunduğu süreçleri tartışan yazar şu saptamayı yapıyor: “Kısacası, bugün küresel kapitalizmin karşısında küresel ve toplumsal düzeyde etkin olması ve onu dönüştürecek güçlerin merkezinde yer alması beklenen emek açısından da bu gelişmelerden bazı dersler çıkarmak mümkün gibi görünüyor.” Ve küreselleşen kapitalizmin dönüşümünde “aktörlerin kimler olacağı gibi, bu aktörlerin söylem, strateji ve politikalarının ne olacağı”nın da önem taşıdığını vurguluyor.

 

Sayın İzzettin Önder, “Küreleştirme dayatması altında serbestleştirilen ekonomilerde oluşan piyasa yapılanmaları bağlamında devletin konumu ve rolü gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde ayrı ayrı ele alınması gereken konulardır” diyerek, “Kapitalist ortamlarda toplumsal devinimlerin tetikleyicisi” olan sermayenin, “kendi birikim ve devinim süreci içinde, bizzat kendi sonuna doğru koşarken, aynı anda toplumsal dokularda ve devlet yapılarında da ciddi dönüşümlere neden” olduğunu vurguluyor. Analizini bu doğrultuda sürdüren yazar, “küreselleşme dayatmalarının” yol açtığı süreçleri konusu bağlamında tartışıyor.

 

Sayın Erinç Yeldan, çalışmasında, “Türkiye’nin 1980’den bu yana uygulamaya koyduğu neoliberal serbestleşme politikalarının kamunun mali dengelerinin bozulmasına nasıl katkıda bulunduğu ve küreselleşme sürecindeki Türkiye benzeri...ülkeleri nasıl istikrarsızlığa ittiği” üzerinde duruyor.

 

“Türkiye 1990’lı yıllarda tamamiyle dışa açık bir makro-ekonomik uyum süreci yaşamış ve ulusal ekonominin birikim ve büyüme ilişkileri de bu sürece uygun olarak yeniden biçimlenmiştir” saptamasını yapan yazar, uygulanan iktisadi politikaları bir bütün olarak şöyle değerlendiriyor: “IMF’nin yönlendiriciliğinde sürdürülen ve ‘alternatifsiz’ olduğu öne sürülen bu programın, Türkiye akonomisinin dışa bağımlılığını artırıcı, kalkınma ve sanayileşme perspektiflerini terk ettirici ve ulusal mal ve finans piyasalarının gelişmiş ülkelerin ekonomileriyle marjinal ve taşeronlaştırılmış bir biçimde eklemlenmesini öngören, dış şoklara karşı da korunaksız ve savunmasız olan bir ekonomi yaratma projesi olduğu açıkça görülmektedir.”

 

Sayın Ümit Özlale, küreselleşme sürecinde uygulanan para politikalarını irdelediği yazısında, “Bretton Woods sisteminin dağılmasıyla birlikte uygulanmasına son verilen sabit kur rejimleri ve sermaye hareketleri üzerindeki kontrollerin büyük ölçüde kalkması, 1990’lı yılların sonundaki dünya ekonomik sisteminin temel yapı taşlarını oluşturmuştur” saptamasını yapıyor.

 

Özlale, Türkiye’deki süreçlerin ana doğrultusunu ise şöyle formüle ediyor: “Küreselleşme sürecinde Türkiye ekonomisi de diğer gelişmekte olan ülke ekonomilerine paralel olarak finansal serbestleşme yolunda önemli adımlar atmıştır.... Bu serbestleşme süreci, giderek yoğunlaşan kısa dönemli sermaye hareketlerinin spekülatif atakları sonucunda istikrarsız bir finansal yapıya neden olmuştur.... Finansal yapılardaki bu gelişmeler ekonominin temel dinamiklerini oluşturan ürün ve işgücü piyasalarını olumsuz etkilemiştir. Bu sürecin sonunda da reel ücretler gerilerken, rantiye sınıfı kamu kesimini çok yüksek reel faizlerle finanse etmek yoluyla büyük bir gelir sağlamıştır.”

 

Sayın Gökhan Atılgan, yazısında, “işsizlik sorununu küreselleşme olarak adlandırılan süreçte devletin dönüşümü ile ilişkisi içinde” ele aldığı yazısında, 1980’li yılların, “bir önceki dönemin esas olarak iç talebi karşılamaya yönelen ithal ikameci stratejisinin terk edildiği, bunun yerine dışa açılma ve ihracata dayalı büyüme stratejisinin benimsenip tatbik edildiği yıllar” olduğunu söylüyor. Bu yeni dönemde “artık gelirler kısılmak, işsizlik artırılmak durumundaydı” diyen yazar, “işsizliğin dünya kapitalizminin bugünkü aşamasının temel sorunlarını” yansıttığı saptamasını yapıyor. Atılgan, “İşsizliğe duyarlı olmak ve işsizleri, işçi sınıfı hareketinin önemli bir bileşeni haline getirmenin yollarını bulmak” gerektiğini söylüyor.

 

Sayın Fikret Şenses, “Türkiye ekonomisinde 1980 yılında başlayan neoliberal dönüşüm süreci”nin “diğer birçok alanda olduğu gibi, işgücü piyasaları üzerinde de önemli etkiler” yarattığı saptamasından hareket ediyor.

 

Şenses, çalışmasının amacını, “neoliberal ekonomi politikalarıyla işgücü piyasaları ve istihdam arasındaki etkileşimi topluca ve ana hatlarıyla değerlendirmek, işgücü piyasalarının karşı karşıya kaldığı başlıca sorun alanlarına dikkat çekmek ve konuya ilişkin öneriler geliştirmek” olarak formüle ediyor.

 

“Neoliberal modelin işgücü piyasaları üzerindeki etkileri reel ücret ve istihdam kayıplarıyla sınırlı kalmadı; güven ortamının ve endüstriyel ilişkilerin de daha çok sarsılmasına yol açtı. Çalışan sınıfların en önde gelen temsilcisi konumundaki sendikaların üye sayısının azalmasına ve örgütlü mücadelelerinin yavaşlamasına neden oldu” diyen yazar, bu süreçler karşısında sendikal hareketin, “örgütlülüğünün avantajlarını iyi kullanarak ana hedefler etrafında güçbirliği yapması” gerektiğini vurguluyor ve ekliyor: “Geçmişte demokrasi mücadelesine çok önemli katkılar sağlamış olan sendikal hareketin bu zor dönemeçte iyi belirlenmiş kısa ve orta-uzun [dönemli] hedefleri olmalıdır.”

 

Sayın Ahmet Selamoğlu, küreselleşmenin istihdam alanı üzerindeki etkilerini irdelediği yazısında şu saptamadan hareket ediyor: “Bir anlamda yaklaşık 30 yıla damgasını vurmuş olan küreselleşme süreci birçok ülkede değişik derecelerde ve değişik yöntemlerle uygulanan neoliberal politikaların tanımlayıcı dinamiği olmuştur.”

 

“Sosyal tarafların işbirliğine dayalı yaklaşım (Avrupa sosyal modeli) ile [ABD ve İngiltere’nin önderliğini yaptığı] piyasa ekonomisi yaklaşımı  arasında ortak bir özelliğin etkin olduğunu ve konumuz açısından da önemle vurgulanması gerektiğini unutmamak gerekir. Bu ortak özellik, her iki yaklaşımın da güçlü bir esneklik anlayışını benimsemesidir” diyen yazar, “1980 sonrası istihdam politikalarının oluşturulmasında... işgücü piyasasının yeniden yapılandırılması”nın nasıl bir ağırlık taşıdığını çeşitli modeller ve ülkeler açısından karşılaştırmalı bir şekilde inceliyor.

 

Sayın Metin Özuğurlu yazısına şu saptamayla başlıyor: “Yeni-liberalizm iki kurumun yıldızını parlattı: borsa merkezleri ve ‘küresel fabrikalar”. İlki, küresel finans hareketlerinin sinir uçlarını, ikincisi ise küresel meta zincirlerinin hangarlarını oluşturdu.”

 

“Dünyamızın bir küresel fabrikaya dönüşüyor olması, işçileşme süreçlerinde ve işgücü piyasalarında yeni dinamiklerin harekete geçmiş olması anlamına gelecektir” diyen yazar, “küresel fabrika”nın tanımlayıcı özelliklerinden birinin, “artık değerin üretildiği toplumsal bağlam ile artığa el konulan toplumsal bağlam arasındaki mekânsal kopukluk” olduğunu vurguluyor.

 

Özuğurlu’nun analizi, sendikal hareketin önündeki hayati bir sorunu şöyle ortaya koyuyor: “Emek sürecinin adem-i merkezileşmesi, zorunlu kısmi zamanlı (part-time) istihdam, eve iş verme, fason ilişki, taşeronluk gibi angaryayı andıran istihdam biçimleri, yalın üretimin emek yoğun sektörlerdeki düşük maliyetli ve ucuz istihdam biçimleri olarak yaygınlaşmaktadır. ...Bütün bu süreçlerde devlet aygıtının etkin bir aktör olarak devreye girdiği görülmektedir.”

 

Sayın Yüksel Akkaya, “Türkiye de [küreselleşme olarak adlandırılan] bu süreçten farklı boyutlarda etkilenmiş, işçi sınıfının yapısı üzerinde gözlemlenebilir değişimler meydana gelmiştir. Dün olduğu gibi bugün de üretim ve emek süreçlerine bağlı olarak işçi sınıfının yapısı değişmektedir. Yapılması gereken sınıfın sonunu ilan etmek değil, bu değişimin boyutlarını nicel ve nitel açıdan ortaya koyarak sonuçlarını değerlendirmek ve bu sonuçlara yönelik politikaları belirlemektir” önermesinden hareket ediyor.

 

Bu değişimin ana doğrultusunu, özelliklerini ve içeriğini analiz eden Akkaya, bu süreç sonucunda işçi sınıfının yapısında ortaya çıkan ve sendikal hareketin özel bir dikkatle üzerinde durması gereken “çok parçalılık” olgusunu da vurguluyor.

 

Kapitalizmin krizleri ile üretim süreçlerindeki değişimlerin iç içe olduğunu vurgulayan sayın Alpaslan Savaş ise yazısını şu iki yönlü saptamayla geliştiriyor: “Kapitalizmin krizine ürettiği yanıtlardan ilki Keynesçi politikaların terki oldu. ...Kapitalizmin krizine ürettiği yanıtlardan bir diğeri ise düşen kâr oranlarını yükseltmeye yönelik emek süreci ve iş organizasyonlarındaki dönüşüm zorlamaları idi. Esneklik, krizden çıkamayan kapitalizmin üretim ve emek süreçlerindeki yönelimi oldu. ...İşçi sınıfının değişen yapısı bağlamında, esneklik istihdamın parçalanmasını beraberinde getirdi. 1970’lerin fordist yapılanmış fabrikasının tersine bugün işyerlerinde istihdam alabildiğine çeşitlenmiştir.”

 

Bu süreci doğru okuyabilmenin önemine değinen Savaş şöyle diyor: “Zira bu süreç, uluslararası sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu krize üretebileceği yanıtlarda referans noktasını oluşturacaktır.”

 

Sayın Seyhan Erdoğdu şu gözlemi çıkış noktası alıyor: “Küreselleşme sendikal hareketi derinden etkilemekte, ulusal ve uluslararası düzeylerde işçi hareketi yapısı, gündemi, politikası ile önemli değişiklikler geçirmektedir.” Ve ekliyor: “Sendikalar küreselleşmenin yarattığı sosyal krizin ulusal düzeydeki politikalarla aşılamayacağı ve küreselleşen dünyanın küreselleşen bir sendikacılık hareketi gerektirdiği konusunda görüş birliği içerisindedirler.”

 

“Küreselleşme ile bağlantılı olarak kendilerine Küresel Sendikalar demeye başlayan ICFTU şemsiyesi altındaki işkolu federasyonları”nın sektörel konularda ve endüstriyel ilişkilerde ön plana çıkmaya başladığını vurgulayan Erdoğdu, küresel sendikal hareketin temel araçlarını şöyle formüle ediyor: “...Küresel sendika federasyonlarının küresel sendikacılık alanında öngördüğü temel araçlar ise sendikaların geleneksel örgütlenme, toplu sözleşme ve endüstriyel eylem faaliyetlerine paralellik göstermektedir. Örgütlenmeyi küresel düzeye taşıyacak araç olarak Dünya Şirket Konseyleri, Çokuluslu Şirket Ağları ve sınır ötesi örgütlenmeler; toplu sözleşmeyi küresel düzeye taşıyacak araç olarak Çerçeve Anlaşmaları; grev ve benzeri eylemleri küresel düzeye taşıyacak araç olarak da küresel endüstriyel eylemler önerilmektedir.”

 

Küresel sendikal hareketin geliştirdiği bu temel sendikal araçların “ulusal düzeydeki sendikal örgütlenmeye destek olarak anlam kazanabileceğini” vurgulayan Erdoğdu, perspektif içeren şu saptamayı öne çıkarıyor: “Çokuluslu şirketlerin artan gücü karşısında ulusal sendikal hareketlerin etkisiz kalması, sendikaları uluslararasılaşmaya iten objektif temel olacaktır. Objektif koşullar mevcuttur. Aslında bu koşullar sübjektif koşullardan çok daha gelişmiştir. ...Sorun esas itibariyle sendikaların kendilerindedir.”

 

Sayın Kuvvet Lordoğlu Türkiye’deki sendikal hareketin farklı kriz alanları bulunup bulunmadığı, varsa bunların ne ölçüde özgün olduğu sorusuna odakladığı yazısında ülkemiz sendikal hareketi açısından şu saptamayı yapıyor: “Türk sendikal hareketinin günümüze kadar kendine özgü bir modeli geliştirememiş olması ilgi çekicidir. ...Her duruma göre ayrı tavır alabilen model geliştirmekten çok, sorunlara kısa dönemli çözümler üretmeye yönelik yapının kendine özgü kriz alanları oluşmuştur.”

 

Yazar “geçici bir çözümsüzlük” olarak nitelediği krizlerden “çıkış noktaları”nın sendikaların örgütsel yapı ve işleyişinde, çalışma yöntemleri ve kadro anlayışında nasıl bir değişim gerektirdiğini ortaya koyuyor.

 

Sayın Mehmet Gürsan Şenalp, sayın Hakan Reyhan ve sayın Ahmet Haşim Köse’nin ortak çalışmasında, “Yönetişim kavramından  hareketle, bu kavramı referans alarak oluşturulan yeniden yapılanma arayışlarının temelleri ...ortaya koyulmakta, ...yönetişim modelinin sadece devleti değil, küreselleşmiş piyasaların önünde bir engel olarak gördüğü sendikaları da dönüştürme misyonu içerisinde olduğu gerçeğinden hareketle, içinde var olduğu toplumsal alan (‘sivil toplum alanı’) ile birlikte sendikaların yönetişim sürecindeki yeri ele alınmaktadır.”

 

Yönetişim devletinin tasfiye etmeye çalıştığı şeyin, “80’lerden beri küresel ölçekte örgütlenmesini sağlayan uluslararası sermayeye artık ayak bağı haline gelen ağır, hantal, bürokratik ve en önemlisi sosyal devlet” olarak belirdiğini vurgulayan yazarlar, “ancak bu perspektiften bakıldığında yönetişimin üzerinde yükseldiği temel ilkelerin daha doğru okunması”nın mümkün olacağını belirtiyorlar.

 

“Sendikalar tanrısallaştırılmış kapitalist piyasa için tehlikeli olmaktan nasıl çıkarılabilir?” Yönetişim modelinin temel sorularından birinin bu olduğunu vurgulayan yazarlar, yanıtın da “sendikaları kapitalist piyasa içine çekecek bir ‘karşı paradigma’ ve model oluşturulmasında” yattığını belirtiyorlar.

 

Sayın Zehra Güner Akad, “sendikaların örgütlenme stratejilerinin ve aktif örgütlenme çalışmalarının hangi parametrelerden etkileneceği”ni tartıştığı yazısında, sendikaların karşı karşıya bulundukları sürecin şu yönünü özellikle öne çıkarıyor: Bugün, 1970’lerde fordist yapılanmış kitlesel üretim yapan bir fabrikanın yaptığı işi yapan biriden fazla fabrika bulunmaktadır. Üretim parçalanmış, bununla birlikte istihdam da parçalanmıştır. Ayrıca her bir sektörün kendi özgünlükleri bulunmaktadır.”

 

“Sendikaların örgütlenme kapasitelerinin işkollarındaki sektörlerin dinamikleri ile bire bir bağlantı içerisinde” olduğunu belirten yazar, sendikal bir perspektif içeren şu saptamayı yapıyor: “Sendikalar sektör dinamiklerini tüm yönleriyle kavramalı ve örgütlenme politikalarını bu dinamikleri göz önüne alarak oluşturmalıdır.”

 

Üretimdeki ve istihdamdaki parçalanmışlığın işçilerin taleplerinin de farklılaşmasına neden olduğunu belirten yazar şöyle diyor: “Sendikalar örgütlenirken bu farklılaşan talepleri dikkate almak zorunda olduğu gibi, istihdam yapısını da çok iyi analiz etmek zorundadır.”

 

Sendikal örgütlenme kapasitesiyle ilgili olarak Akad’ın yaptığı şu saptama sendikalar açısından hayati bir önem taşıyor: “Örgütlenme plan ve stratejilerini geliştirmek ve yerleştirmek, bir sendika yönetim programı oluşturmak, örgütlenmeyi bir öncelik olarak yerleştirmek gerekmektedir. Sendikal işleyişin bu düzenlemeyi gerçekleştirecek dönüşümleri hayata geçirmesi örgütlenmenin önünü açacaktır. Sendikaların örgütlenmeye yönelik olarak oluşturacakları strateji, örgütlenme kapasitesi ile dolayımsız bir ilişkiye sahip olacaktır.”

 

Sayın Ülkü Hatman, “temel olarak esnekliği yaratan ve şekillendirerek bugün onu yasalarımıza kadar yazdıran dinamikleri” tartıştığı yazısında, metodolojik değer taşıyan şu önermeyi öne çıkarıyor: “Bir ülkede endüstri ilişkileri sisteminin işleyişini anlayabilmek için o ülkenin siyasi ve ekonomik yapısını, buna uygun ‘yasal senaryoları’, nihayet devletin fonksiyonlarını analiz etmek gerekir. Sistemin işleyiş mantığını kavramak için o ülkede yasaların aktörlere oynatmak istediği rolleri iyi algılamak gerekir.”

 

Hatman yeni iş yasasındaki düzenlemelerle ilgili olarak, “Piyasanın mutlaklığını temel alan bu düzenlemelerin endüstri ilişkileri alanındaki yansıması ise kuralsızlaştırma ve esneklik olmuştur” diyor ve ekliyor: “Ücret artışlarının sınırlandırılması ve ücretlerin esnekleştirilmesi, sosyal harcamaların tasfiyesi ve emek piyasalarının rekabetçi bir yapıya sahip kılınması için çalışma yaşamını düzenleyen yasaların esnekleştirilmesi gündeme getirilmiştir. ...Devlet, yasalarla belirlenmiş ‘kurallar’ yerine, süreci belirleyen ‘prosedürlerle’ ilgili kurallar koymaya yönelmiştir.”

 

Sayın Oğuz Topak, yeni iş yasasının “Türkiye kapitalizminin günümüzdeki dönüşüm dinamiklerinin ortaya çıkardığı yansımalardan birisi” olduğunu vurguladığı yazısında, söz konusu yasal düzenlemeyle ilgili şu belirlemeyi yapıyor: “Özellikle Fordizmin krizi olarak tanımlayabileceğimiz sürecin sonucunda ortaya çıkmaya başlayan yeni birikim rejimi kurgusu içerisinde merkezi öneme sahip olan bu tarz bir düzenleme, uzun dönemdir birikim ile düzenleme biçimi arasında var olan çatışma ve ayrışmaları gidermeyi amaçlayan bir konum ihtiva etmektedir.”

 

Yazar tezini temellendirirken şu stratejik perspektifi öne çıkarıyor: “Nitekim Fordizmin kurumsal düzenlemelerine karşı saldırıyı da beraberinde getiren yeni birikim stratejisi, bir yandan Keynesyen makroekonomik politikalardan monetarist politikalar demetine geçişi ve devletin pazar için doğrudan hammadde ve yarı mamul üretim alanlarından çekilmesini öngörmekteydi. ...Merkezi sendikal yapıların temsil hakkının meşruiyetinin sınırlandırılması da bu stratejinin parçasıydı.”

 

Yeni iş yasasının “doğrudan üretim sürecinin esnekleştirilmesine yönelik bir politik tavrın ürünü” olduğunu vurgulayan Topak, bu politik tavrın sahibi AKP hükümetinin niteliğini de şöyle formüle ediyor: “AKP yeniden yapılanma sürecinde...uyguladığı politikalar ve stratejisi ile bir yandan neoliberal stratejiyi hayata geçirme gayretini taşımakta, diğer yandan da Fordizmin ana unsuru olan refah devletine yönelik saldırısı ile modernleşmeci projeye dönük muhafazakâr tepkiyi dile getirmektedir.”

 

Sendikal Hareketin Gündemi Üzerinde Düşünmek

 

Bütün dünyada olduğu gibi, ülkemiz sendikal hareketinin gündeminde de üye kaybı olgusu önemli bir sorun olarak duruyor. Bu olgu sendikaların işyerindeki, toplu sözleşme masasındaki, toplumsal yaşamdaki ve siyasal alandaki gücünü ve etkinliğini sınırlıyor.

 

Dünyada ve ülkemizde kapitalizmin yeniden yapılanması genelde sendikal hareketin toplumsal tabanını oluşturan işçi sınıfının bileşimini, sendikaların gündemini ve örgütsel yapısını, sendikal strateji ve politikalar ile çalışma yöntemlerini etkiliyor. Sendikal hareketin bu konular üzerinde yeniden kafa yorması gerekiyor. Çünkü üye kaybı sorununun temel nedenleri burada yatıyor.

 

Petrol-İş Yıllığı’nda yer alan yazılar sendikal hareketin gündemindeki ana sorunu çeşitli yönleriyle tartışıyor. Böylesi bir tartışmanın gelişerek sürmesi özellikle Türkiye sendikal hareketinin kadrolarının önünde zengin perspektifler açacaktır.