Ankara Üniversitesi
S.B.F. İktisat Bölümü
Son yirmi yıl, Batılı ülkelerin çoğunda, pek çok şeyin yanı sıra önemli kamu sektörü dönüşümlerine de tanıklık etti. Sözünü edilen bu dönüşümün yönü, yönetmekten yönetişime ya da bürokrasiden piyasaya ve piyasa ağlarına doğru oldu. Bugün, “iyi yönetişim” (good governance), Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası finansal kuruluşların en önemli borç/kredi verme kriteri haline geldi. Uluslararası yatırımcılar, artık, bir ülkenin piyasalarına yönelik olarak yatırım kararı alırken, orada gelişkin bir yönetişim yapısının bulunup bulunmadığını dikkate almaktadırlar. Bilindiği gibi seksenlerin başında yaşanan borç krizinden sonra gelişmekte olan ülkelerin borçlanabilmeleri de bu ülkelerin, yapısal uyum programları kapsamında bulunan “yapısal reformları” eksiksiz bir şekilde uygulamaları koşuluna bağlanmıştır. Yani, gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak IMF ve Dünya Bankası kredileri, yapısal reformların gerçekleştirilmesi koşuluyla verilmekte; başka bir deyişle, reformlar o ülkenin “kredibilitesi” ile ilgili olarak bir nevi şantaj malzemesi yapılmaktadır. Bu günlerde, ekonomik dönüşümü ifade eden “yapısal uyum” kavramıyla birlikte, hatta ondan daha sık olarak idari dönüşümü de içine alacak şekilde “yönetişim” kavramı kullanılmaktadır. İyi yönetişim, gelişmekte olan ülkeler için masum ve iyi niyetli bazı öneriler olmanın çok ötesinde, uluslararası sermaye için hayati önem taşıyan yasal/siyasal müdahale ve düzenlemeleri içinde barındırmaktadır. Küreselleşme sürecinde, oyunun kuralları yeniden belirlenirken çerçeveyi iyi yönetişim paradigması belirlemektedir.
Bu makalede, küresel yönetişim, toplumsal alana, toplumsal örgütlenmelere/sendikalara uzanan kollarıyla birlikte değerlendirilecektir. İlk önce genel hatlarıyla yönetişim kavramından hareketle, bu kavramı referans alarak oluşturulan yeniden yapılanma arayışlarının temelleri, ekonomi/kamu politikaları kapsamındaki uygulamalarının niteliğinin neler olduğu soruları üzerinden, ortaya koyulmakta; daha sonra, yönetişim modelinin sadece devleti değil, küreselleşmiş piyasaların önünde bir engel olarak gördüğü sendikaları da dönüştürme misyonu içerisinde olduğu gerçeğinden hareketle, içinde var olduğu toplumsal alan (‘sivil toplum alanı’) ile birlikte sendikaların yönetişim sürecindeki yeri ele alınmaktadır.
1997 Asya Krizi,
uluslararası finansal çevreler için büyük bir sürpriz olmasının yanı
sıra; finansal serbestleşmenin, küresel sistemin kendi sürekliliğini
sağlayabilme yeteneğinin iyiden iyiye sorgulandığı bir sürecin
başlamasına neden oldu. Bu süreçte başta ABD olmak üzere merkez
ülkelerin bir çoğu, sözü edilen krizlerin temel nedeni olarak
gösterilen sermaye hareketlerini şiddetli bir şekilde savunarak, suçu
yükselen piyasa1
ekonomilerindeki “kötü” uygulamalara atmıştı. “İyi yönetişim” (good
governance) sloganı da yine aynı süreçte kurumsal gelişme ve kalkınma
sorunu üzerine yürütülmekte olan tartışmalarda merkezi bir rol
oynamaya başladı. Burada fiyatların “doğru” belirlenmesinin (get the
prices right) koşulu olan piyasa mekanizmasına duyulan saf güvenin
yanında, “iyi politikaların” önemine de vurgu yapılmaktaydı (Chang
2002; 69). Kimilerine göre bu, açıkça devletin iktisadi alana içsel
bir değişken olduğunun kabul edilmesi anlamına gelmekteydi. Yani,
klasik politik iktisadın doğuşundan bu yana egemen iktisadi söylemde
iktisat ve siyaset arasında koparılmış olan bağlantı, yeniden
kuruluyordu (Peker 1996; 31).
Açıktır ki bu yönelim oldukça büyük bir öneme sahiptir. Bu yaklaşım çok uzun yıllar boyunca, devleti, sermaye birikimi ve kaynak dağılımı süreçlerinin tamamen dışında, tarih dışı ve sınıflar üstü bir kategoride ve ortak yararlar doğrultusunda örgütlenmiş bir kurum olarak ele alan; devleti, toplum adına toplumdan bağımsız şekilde hareket eden bir güç merkezi konumuna indirgeyen analizlerin ya da manipülasyonların yeni bir aşamasında bulunduğumuzun göstergesi olmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu aşamada, devlet artık klasik politik iktisat retoriğinin bizlere öğrettiği üzere piyasaların karşısında olmaktan çıkarılmaktadır. Kısacası, “piyasa ve devlet” ikilemi rasyonelini yitirmektedir. Buradaki sorun, kapitalizmin içinden geçmekte olduğu değişim sürecinin gereklilikleri doğrultusunda konumu belirginleşirken, devletin, bu yeni konum ve işlevlerinin ne şekilde teorize edileceğiyle ilgilidir. Dolayısıyla, Dünya Bankası başta olmak üzere IMF, OECD ve WTO gibi pek çok uluslararası siyasal/finansal kurum tarafından geliştirilerek, 1990’lardan bu yana kamuoyunun kullanımına sunulan bir kavram olarak “yönetişim”in önemi, egemen söylemdeki, rahatlıkla radikal olarak niteleyebileceğimiz bu dönüşümün, parlak bir ambalajı olmasından kaynaklanmaktadır.
Yönetişim, temelde ulus-devletin “yönetebilirlik krizi” olarak adlandırılan bir süreçte gündeme gelmiştir. Devletin “yönetebilirliğinin” tartışıldığı böylesine bir ortamın arkaplanında devlet müdahaleciliğinin geleneksel biçimlerinin karşı karşıya geldiği çok önemli bazı sorunlar bulunuyordu. Ayrıca, hızı ve hacmi giderek artan sermaye hareketlerinin de etkisiyle gelişmiş ülkelerin giderek birbirlerine yakınlaşan iktisadi ve siyasi eğilimleri, “yönetimin” yeni formlarının yükselişine zemin hazırlamaktaydı. Küreselleşmenin yol açtığı dönüşümlerin, yeni bir devlet anlayışı ve iktidar tarzına olan ihtiyacı da beraberinde getirmesi sürpriz olmadı.
Uzun yıllar boyunca yönetişim nosyonu devletin merkezi otoritesini yitirmesi ve giderek azalan etkinliği ve yeterliliği sorunun bir parçası olarak algılandı. Buradaki temel yaklaşım, giderek daha karmaşık bir hal alan dünyamızda, ortaya çıkan sayısız alt-sistemin, devletin hareket kapasitesinin kaybolmasına yol açtığı yönündeydi. Bu açıdan, Batı’nın modern refah devleti sistemi başarısızlıkla karşı karşıyaydı, ve sistem “yönetilemez” hale gelmişti (Kooiman 1993). Devlet, sivil toplumla olan bağlantısını kaybederken, farklı toplumsal kesimlerden gelen ve giderek ağırlaşan sosyal taleplere cevap verememeye başladı. Bu anlamda hareketlerinde etkisiz, yetersiz ve daha önemlisi adaletsiz olduğu görüşü yaygınlık kazanmaya başladı. Devletin, geleneksel kamu hizmetlerini sürdürebilmesinin maliyetleri sürekli olarak artış göstermekteydi. Sonuç olarak Batılı burjuva ideologlarının tezgahlarında dokunan bu yeni (iyi) yönetişim anlayışı, meşruiyetini modern refah devletinin içine girdiği iddia edilen bu krizden almaktaydı.
Modern refah devletinin krizde olduğu doğruydu, ancak, yönetişim kavramı, sadece ve sadece merkezi hiyerarşik kontrol mekanizmalarının işlevini yitirmesi ya da sosyal hizmetlerin bürokrasi batağına saplanıp kalması gibi “sudan” sebeplerle aranıp bulunmamıştı. IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumlar, modern refah devletinin krizinin gerçek nedenlerini gayet iyi biliyorlardı. Yönetişim kavramına yüklenen misyon, devletin sivil toplumun talepleri ve sosyal hizmetler noktasındaki sıkışıklığının çözülmesinin çok daha ötesindeydi.
Seksenli yıllardan bu tarafa metropol ekonomilerinin neredeyse tamamının sermaye yapılarında ortaya çıkan değişimler, bu toplumların sınıfsal yapılarını, kamusal alanın niteliğini ve gündelik hayata dair pek çok şeyi köklü değişikliklere uğrattı. Bu süreçte finansal sermayenin muazzam bir hareket yeteneğine erişmesi; yani, sermaye birikim sürecinin, kapitalizmin doğasına da uygun olarak, ulusal sınırlarından -ya da engellerinden- tam anlamıyla kurtulması, metropol ülkeleri açısından oldukça önemli bir değişim sürecinin ifadesi oldu. Bu bakımdan, yönetişim devletinin tasfiye etmeye çalıştığı şey, seksenlerden beri küresel ölçekte örgütlenmesini sağlayan uluslararası sermayeye artık ayak bağı haline gelen ağır, hantal, bürokratik ve en önemlisi sosyal devlet olarak belirmektedir. Ancak, bu perspektiften bakıldığında yönetişimin üzerinde yükseldiği temel ilkelerin daha doğru okunması mümkün olacaktır.
Kısa bir süre
içerisinde, kamu yönetiminden siyaset bilimine; uluslararası
ilişkilerden ekonomiye kadar pek çok farklı bilimsel disiplinin ilgi
alanlarından biri haline gelen iyi yönetişim kavramı, “kamunun
yakından ilgilendiği hususlar hakkında, iktidarın nasıl kullanılması,
siyasal kararların nasıl, neden alınması ve yurttaşların kendi
sözlerini kabul ettirebilmeleri için neler yapmaları gerektiğiyle
ilgili olan kurum, süreç ve gelenekleri de göz önüne alarak sorumlu ve
duyarlı bir biçimde güç kullanımı” (Leftwich 1993; Langseth ve
Simpkins 1996) anlamında kullanılmaktadır. Bu açıdan yönetişim
kavramıyla, küreselleşen, “çağdaş” dünyanın ihtiyaçlarına cevap
verebilecek yeni bir siyasal iktidar modeli tanımlanarak, var olan
bütün siyasal ve toplumsal örgütlenmenin değişmesi, ve devletin bu
yeni gelişmelere hızla uyum sağlayabilecek esnek bir tarzda yeniden
yapılanması öngörülmektedir. Yönetişim, öncelikle, “minimal devlet” ve
“özel girişimciliğin gözetilmesi” yaklaşımlarını içermekte; yani,
devletin küçülmesi ve kamu girişimciliğinin ve hizmetlerinin
özelleşmesi sürecinde ortaya çıkan yeni kamu ve ekonomi yönetimi
anlayışının adı olmaktadır (Rhodes 1996). Bu anlayışa göre devlet,
sınırlı planlama, öngörü ve hareket yeteneğiyle, siyasal iktidarı,
özellikle de özel sektörle paylaşmalıydı. Stoker’e göre devletin
meşruiyetini koruması ve etkinliğini yeniden kazanmasının tek yolu,
kamu harcamalarını azaltmasıydı (aktaran, Merrien 1998). Son olarak,
iyi yönetişim, merkezileşmeden ademi-merkezileşmeye, kaynak dağıtımını
sağlayan devletten düzenleyici devlete, kamu hizmetlerinin
yönetiminden piyasa ilkeleri doğrultusunda bir kamu idaresi anlayışına
ve devletin öncülüğünden özel sektör ve kamunun işbirliği ilkelerine
geçişin ifadesi olmaktadır.2
Günümüzde piyasa
mekanizmasının geri planında yatan kurumsal yapının önemi genel olarak
kabul görmektedir. Özellikle de son Asya Krizi’nden sonra uluslararası
iktisadi gelişme politikaları, yönetişim sorunu göz önüne alınarak
oluşturulmaya çalışılıyor. Dünya Bankası gibi uluslararası finansal
kurumlar ve pek çok akademik çevrede, ekonomik gelişmeyle kurumsal
değişkenler arasında karşılıklı bir nedensellik ilişkisi bulunduğu
ortaya koyulmaya çalışılıyor (Chang 2002; Zabcı 2002). Bu bağlamda,
iyi yönetişim kavramı, öncelikle, demokrasi, açık
ve etkin bürokrasi ve yargı, mülkiyet haklarının3
güvence altına alınması/geliştirilmesi ve iyi yönetişim kurumlarıyla
gelişmiş finansal kurumları içine almaktadır (Chang, 2002).
Bir politika önermesi olarak ise yönetişim
kavramı, ilk olarak, 1989 yılında Dünya Bankası’nın “Sub Saharan
Africa: From Crisis to Sustainable Growth” adlı raporunda kullanıldı.4
Afrika’nın o dönemde içinde bulunduğu durumu “yönetişim krizi” olarak
tanımlayan Rapor, yapısal uyum programlarının uygulanması sürecinde,
devletle ekonomi arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasını ve bu
amaçla devletin sivil toplumla kurduğu ilişkilerin yönetime katılım
anlayışının da ötesine geçilerek, birlikte yönetme prensibine göre
yeniden biçimlendirilmesini öneriyordu. Bu açıdan Rapor’un temel
önermesi, toplumu yöneten devlet yerine, devletin dışında kalan
“sivil” aktörlerin de yönetime eşit birer taraf olarak katılması
şeklinde biçimleniyordu. (Güler 2002; Bayramoğlu 2002: 88-89).
İyi yönetişim paradigması, yönetimin halkın rızasına dayanmasına zemin hazırlayan bütün kurum, süreç ve gelenekleri kapsamına almaktadır. Bu açıdan, halkın siyasal faaliyetleri için kurumsal ve yasal süreçler oluşturma yeteneği sergileyen hükümetler, “iyi siyasal yönetişimin” oluşmasına katkıda bulunmuş olurlar. Ülkede asayişin tesis edilmesi suretiyle mal ve insan dolaşımını güvenli hale getiren, etkin ve engelleme olmaksızın bilgi ve haber akışını sağlayan bir yönetim, sözde iyi yönetişimin altyapısını oluşturmuş sayılır (bkz. Kalaycıoğlu 2001).
1990’lardan bu
tarafa Türkiye’de yönetişim uygulamalarının temel itici unsuru, Avrupa
Birliği’ne üyelik hedefi olmuştur. Bunun yanında üst üste yaşanan
ekonomik krizler, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerin, köklü reform
ve düzenlemelerin gerekliliği konusundaki telkinlerini daha da
kuvvetlendirdi. Ülkedeki kriz ortamı, bu reformların, kamuoyuna acil
ihtiyaçlarmış gibi gösterilip meşruluk kazanmasına hizmet etti.
Dolayısıyla, IMF, DB ve AB gibi örgütlerle “işbirliği” çerçevesinde,
şeffaflığın artırılması ve yolsuzlukla mücadele kapsamında atılan
adımlar, vergi sisteminde ve kamu kesimi üzerinde siyasi baskıyı
azaltmaya yönelik olarak yapılan reformlar, bütçe şeffaflığını ve
idarenin performansını artırıcı yeni tedbirler gibi düzenlemeler,
yönetişimin Türkiye’deki başlıca uygulama alanları oldu. Ayrıca, AB
Müktesebatına uyum sağlayabilmek için öncelik ve taahhütleri içeren,
2001 tarihli Ulusal Program da bu yöndeki en önemli adımlardan birisi
olmuştur. Bu program, yeni bir kamu ihale kanunu çıkarılmasını, fikri
haklar ve mülkiyet haklarının korunması için özel mahkemeler
kurulmasını, bağımsız düzenleyicilerin (üst
kurullar) ve diğer gözetici kurumların takviye edilmesini, devlet
yardımlarında mevzuatın baştan başa değiştirilmesi ve Ekonomik ve
Sosyal Konseyin yasal temelinin takviyesini öngörmektedir. Ayrıca, 57.
Hükümetin Mayıs 2001 tarihli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) da
bu yöndeki uluslararası taahhütlerin bir yerde ekonomi alanındaki
uzantısı olmaktadır. Bu program, mali sektör ile kamu maliyesi
reformunu ve fiyat istikrarına dayandırılarak esnek döviz kuru
rejimine bağlanmış olan yeni bir para politikasını içermektedir.
Böylelikle, IMF’nin tam da istediği gibi “para politikası artık,
kendisi uzun vadeli reformların konusu olması gereken maliye
politikasının bir uydusu” olmaktan çıkarılmıştır (OECD 2002). Kaldı ki
bu program, hedefinin Türkiye’de “yönetişim tipi devlet sistemi”nin
tesis edilmesi olduğunu saklama gereği duymamıştır. Son olarak, AKP
tarafından kurulan 58. hükümetin, Kasım 2002’de açıkladığı “Acil Eylem
Programı”, bu partinin “yönetişimci” karakterini iyiden iyiye ortaya
çıkarmaya yetmiştir. Bu anlamda AKP iktidarı geride kalan iki yıllık
Kemal Derviş yönetiminden bayrağı devralmış görünmektedir. AKP’nin ilk
etapta bakanlıkların sayısını azaltmayı ve başbakanlığı bir
“koordinasyon birimi” haline getirmeyi planlayan “acil eylemleri”nin,
merkezi yönetimin -piyasaların iyi işlemesinin güvencesi olan bir
sekretarya konumuna indirgeyerek- zayıflatılmasına hizmet etmekten
başka bir işlevi yoktur.5
OECD’nin (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı) “Türkiye’de Düzenleyici Reformlar: Ekonomik İyileşme İçin Önemli Destek – Yönetişim” adlı raporu, ülkemizde 1990’ların ortalarından bu yana adeta bir furyaya dönüşen ve çalışmamız boyunca bazı temel argümanlarını ortaya koymaya çalıştığımız “yönetişim” hadisesinin gerçek temellerini ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere nasıl yaklaşıldığını daha iyi anlamamıza önemli katkılar sağlayacak argümanlarla doludur. Bu bölümde, Türkiye’deki yönetişim uygulamalarının kısa bir değerlendirmesini de içeren bu rapora ilişkin çok kısa bazı değerlendirmelerde bulunacağız.
Rapor, AB’ye tam
üye olma hedefi olumlu bir reform ortamının doğmasına yardım
ettiğinden yola çıkarak GEGP’nda bankacılık sektörüyle mali yönetim ve
para politikalarına getirilen yeni düzenlemeleri olumlamaktadır.
Raporda, kamu yönetiminde reform yapma amacına yönelik gelişmelerin
bulunduğunun altı çizilmektedir. Bu noktada Türk kamu yönetimi yapısı
ve kapasitesi ele alınmakta ve Teşkilatın ülkemizin “hayrına” gördüğü
bazı görüş ve önerileri dile getirilmektedir.6
Bunlar, kamuya memur atamalarından ihale yasalarına, yerel
yönetimlerden şeker ve tütün endüstrisine, bankacılıktan enerji
sektörüne, taşımacılıktan telekomünikasyona akla gelebilecek her alana
yönelik politika ve uygulamaları içermektedir. OECD, söz konusu
önerilerinin temelinde “rekabetin geliştirilmesi” kaygısının
bulunduğunu sıklıkla ifade etmektedir. Buna göre “Düzenleyici
reform, iyi çalışan bir piyasa ekonomisinin gelişmesi için elzemdir.
Bunun, rekabete ve yenilenmeye engel olan hususları ortadan kaldırarak
ekonomik etkinliği geliştirmesi beklenmektedir. Bu da, rekabet
edebilirliği, verimliliği ve uzun vadeli kalkınmayı artırmakta ve kamu
kaynaklarını (örneğin sağlık, eğitim ve çevre gibi) sosyal giderler
için kullanma olanağı doğurmaktadır” (s. 13). Diğer bir yandan
yabancı yatırımların “kalkınma” sürecine olumlu katkılarından söz
edilirken, yabancı yatırımların koşulu olan güven ortamının
oluşmasının, “düzenleyici reformların” ya da yönetişim tipi bir
siyasal yönetim tarzının gerekliliğine vurgu yapılmaktadır.
Rapor’da “Türkiye, devlet tarafından yönetilen bir ekonomiden, piyasa ve sivil toplum tarafından yönlendirilen yenilikçi ve müteşebbis bir ekonomiye geçiş sürecini tamamlamalıdır. Reformlar ve yeniden yapılanma ekonomiyi, piyasa göstergelerine ve rekabetine dayanan bir yöne doğru yönlendirmektedir” (OECD 2002: 11) denmektedir. Yönetişimin bundan daha iyi bir tanımı yapılamazdı herhalde.
Sonuç olarak, raporun söylediği, düzenleyici reformların önemli olduğudur. Fakat bu reform çalışmalarının başarıya ulaşabilmesi oldukça zorlu bir süreçten sonra gerçekleşebilir. Bu süreçte karşılaşılabilecek en önemli sorunlardan ilkinin reformlara karşı gelişebilecek toplumsal muhalefet olacağı belirtilerek, reformların yürütücüsü olacak -sadece AKP gibi bizim hükümetlere değil; dünyada küresel sermayenin taşeronluğunu yapmaya dünden razı olan tüm- hükümetlere “işin incelikleri” öğretilmektedir. Aynen aktarıyoruz. “Reforma kamu desteğinin sürekliliğinin sağlanması için iletişim yaşamsal önemdedir. Düzenleme reformunun hedefleri ve avantajlarının yayılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun bir faydası da, reformların dışardan empoze edildiği yolundaki yaygın inancın giderilmesidir. Bundan dolayı, hükümetin iletişim stratejisinde kamuoyu ihmal edilmemelidir” (OECD 2002: 11). Raporda, OECD ve Teşkilatın “üstün yetenekli” uzmanları kısaca, gelişmekte olan ülkelerin hükümetlerine, söz konusu reformların uygulanma sürecinde ortaya çıkacak toplumsal muhalefeti bertaraf etmek için öncelikle “medyayı kullan!”, “beyin yıka!”, “zihinleri yönlendir” ya da olmadı “gündemi bulandır!” demektedir.
Elbette, bertaraf edilecek/edilmesi gereken toplumsal muhalefet,
öncelikle, sendikaların öncülüğünde gelişen muhalefet olmaktadır.
Zira, sendikalar, yönetişimcilerin “dokunulmaz/dokunulmamalı” şeklinde
bir değer atfederek adeta tanrısallaştırdıkları piyasanın
dokunulmazlığını bozabilen, en azından bozma potansiyeli olan iki
güçlü özneden birisidir. Diğer güçlü özne de sosyal devlet olarak
belirlenmiştir. İşte yönetişim, bu iki potansiyel güçlü özneyi
bertaraf etmek için geliştirilmiş bir modeldir. Sosyal devleti ve
ulusal egemenliği, IMF ve Dünya Bankası tandanslı yapısal uyum
programlarıyla elimine etmek mümkündür, zaten özellikle neo-liberal
dönemde bu programlar harfiyen uygulanmaktadır. Peki, ikinci güç olan
sendikalar tanrısallaştırılmış kapitalist piyasa için tehlikeli
olmaktan nasıl çıkarılabilir? Tabii ki, sendikaları da kapitalist
piyasa çarkının içine çekerek. Bunu yapmak için işe öncelikle, egemen
sendikal anlayışa/geleneğe karşı bir “karşı paradigma” oluşturulmaya
ve bu paradigma üzerine kurulu bir hegemenoya7
yerleştirilmeye çalışılmaktadır. İşte tam burada, sendikaların bu
“paradigma”ya ve “hegemonya”ya uyumunu sağlayacak bir araç olarak,
toplumsal örgütlülüğün zehri alınmış, hadım edilmiş; uysallaştırılmış
ve “piyasa için”leştirilmiş şekli olan STK’lar devreye
sokulmuştur/sokulmaktadır.
Yönetişim uygulamlarının kurumsal
bileşenleri, egemen literatürde devlet ve
STK’lar8
olarak gösterilmektedir. Aslında, bu STK’ların nasıl bir ideolojik
formasyon içerisinde oluştukları/oluşturuldukları dikkate alındığında,
toplumsal katılımcılığı içermesi açısından olumlanan yönetişimin
gerçek misyonu daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Yönetişimci paradigmanın ön kabulü, STK’ların, şimdiye kadar geçerli olan yönetim süreci içerisinde çok fazla etkin olamadıkları, bu etkinliğin artırıldığı veya belirleyici hale getirildiği ölçüde verimli ve gerçekten demokratik yönetimin oluşturulacağı şeklindedir. Oysa ki, STK’ları, sermayeden ve kapitalistleşme sürecinden bağımsız, “özerk” bir alan olarak algılayamayacağımıza, ayrıca “kapitalist demokrasi”lerde devletin ve sermayenin, yani kamu yönetiminin ve kapitalist piyasanın aslında iki yüz yıllık bir karşılıklı belirleyicilik ve eklemlenme ilişkisi içerisinde olduğu da aşikâr olduğuna göre, bu ön kabulün yanlışlığı/yanıltıcılığı ortadadır.
Peki, neden böyle yanıltıcı bir ön
kabulle, geleneksel yönetim yapısı eleştirilmekte ve “yönetişim” adı
altında başka bir “sistem” inşa edilmeye, yerleştirilmeye
çalışılmaktadır. Bu durumu, küreselleşmiş ve tekelleşmiş sermayenin
iktisadi-siyasi ilişkiler çerçevesindeki yeni
pozisyonu ile açıklamak mümkündür.
9
Artık ulusal pazarlarla, dolayısıyla ulusal sınırlarla ve ulusal sınırları olan ekonomilerle bir bağı kalmamış, hatta bu yapılanmaları “ayak bağı” olarak gören sermayenin, küreselleştirme süreciyle birlikte kabul ettirmeye/inandırmaya çalıştığı iki paradigma vardır: (i) Hantal, verimsiz, planlamacı, baskıcı, hiyerarşik, şeffaf olmayan, geleneksel devlet yapılanması değiştirilmeldir. (ii) Günden güne güçlenen, halkın demokratik belirleyiciliğinin örgütsel biçimi olan sivil toplumun önü açılmalıdır.
Aslında, söylem düzeyinde “olumlu” görünen bu paradigmanın; özelleştirmeler, devletin küçültülmesi çalışmaları, ulusal hukuk düzenlemelerinin tasfiye edilmeye çalışılması, uluslararası tahkim mekanizması, sivil toplum alanının piyasa merkezli olarak yürütülmesi, dev sermayeli ulusalararası sivil toplum örgütlerinin çok uluslu şirketlerle olan bağlantıları vb. şeklinde tezahür eden uygulamalarından yola çıkarak söyleyebiliriz ki; tekelci sermaye, öncelikle devlet ile olan içkinliğini kendi lehine olarak radikal bir şekilde dönüştürmek ve bunu yaparken de “yönetişim”, “demokrasi” gibi meşruiyetli ifadelerle, aslında piyasacılaştırdığı sivil toplumu “STK”lara dönüştürerek, işin içine katarak normalleştirmeye çalışmaktadır.
Burada, asıl üzerinde durulması gereken nokta, STK’ların yapısal bileşenleri ve işlevleridir. Yönetişimci paradigma, kamu yönetimi ile en azından “baskı mekanizması” veya “talepkârlık” açısından bir bağı ve belirleyiciliği olan; üretim sürecindeki etkinliği açısından da aslında, sermayenin gerçek karşıtı durumundaki emekçileri ve onların demokratik kitle-meslek örgütlerini, sendikaları da STK kavramı içerisine yerleştirmektedir.
İşveren örgütünden, işçi sendikalarına, çevre kuruluşlarından, sermaye derneklerine, çokuluslu NGO’lara kadar geniş bir “toplumsal örgütlülük” yelpazesi ile tanımlanan STK’ların, aralarındaki sınıfsal farklılığı görmeden “demokratik” “sivil” kavram çatıları altında homojenleştirerek tek bir bütünlük içerisinde devlete, yönetime nüfuz edecek bir yapı olarak algılanması ve bu şekilde “katılımcı yönetimin” sağlanabileceği şeklindeki argüman yönetişimci paradigmanın en temel argümanıdır.
Buna rağmen, özellikle son on yılda, küreselleşme süreciyle birlikte uygulanan yönetişimci uygulamaların ve düzenlemelerin iki sonuca yol açtığını net olarak görmekteyiz. Bunlardan ilki, meşruiyetini halktan alan kamusal erkin, zaten sermaye ile içkin olan devletin elinden peyder pey alınarak, STK’ların da aracılığıyla, piyasa mekanizmasına ve piyasa belirleyicilerine aktarılması; ikincisi, üretim mekanizması içerisindeki temel bileşen olduğu için piyasa mekanizmasına ve devlete de müdahil olabilecek bir gücü barındıran sendikaların STK’lar içerisinde gösterilerek, dolayısıyla sınırlarının sermaye istemlerine göre belirlendiği “sosyal diyalog” adı altında yönetişim modeli içerisine çekilerek potansiyel muhalefet durumunun pasifize edilmeye çalışılması.
Devleti yönetenlerin, özellikle küreselleşme döneminde, devletin dönüştürülemesi, yönetişime uyarlanması işini bizzat ve kararlı bir şekilde zaten üstlenmiş olduklarına, STK’ların da bileşenlerinin büyük bir oranda sermayece şekillendirilmiş olduğuna göre, yönetişim modelinin hassas noktası ve karın ağrısı sendikaların bu model içerisindeki pozisyonları olarak görülmektedir. Bu yüzden öncelikle sendikaların, bu model içerisindeki konumları ve bu modele kazandırılmaları yönünde hem siyasal, hem yönetsel, hem de çalışma ilişkileri açısından çalışmalar başlatılmıştır. Bu şekilde, bu paradigmaya ve modele toplumsal alandan gelebilecek “muhalefet” de pasifize edilmek istenmektedir.
Bu yüzden, özellikle, 20 yıldır neo-liberal kıskaç ve bağımlılık içerisinde olan Türkiye’de de, ekonomik bağımlılığın zorlamasıyla uygulamaya geçirilmeye çalışılan yönetişim modelinde sendikaların yerini ve konumunu incelemek gerekmektedir.
12 Eylül öncesinde nispeten geniş bir örgütlülük ve güçlü sayılabilecek bir politik etkililik içerisinde olan sendikal hareket, darbeyle birlikte gerçekleştirilen, baskı, sindirme ve depolitizasyon süreci içerisinde ve bu sürecin getirdiği yasal kısıtlamalarla, asıl misyonundan uzaklaştırılmış; hem örgütsel, hem mali, hem de politik olarak büyük ölçüde güç kaybına uğratılmıştır.
Sendikal davaların sonuçlandığı,
sendikaların, özellikle devrimci-muhalif sendikaların tekrar açılmaya
başladığı 1990’lı yılların başına kadarki 10 yıllık dönem,
sendikaların, toplumsal muhalefetin tam bir cendere altında tutulduğu,
bu muhalefet boşluğunda en anti-demokratik düzenlemlerin yürürlüğe
sokulduğu bir zaman aralığını ifade etmektedir. Bu dönemde, hem
sendikalar baskı altında tutulmuş hem de bu baskı ortamının
devamlılığını sağlayacak bir çalışma ve sendikalaşma mevzuatı
kabul edilmiştir. Bu mevzuata göre, sendikaların toplu sözleşme
yapabilmeleri için yüzde 10 işkolu barajı, yüzde 50 işletme barajı
getirilmiş; üyelikte ve istifada noter şartı getirilerek ve örgütlenme
işi ağır bir kırtasiyeciliğe mahkum edilerek örgütlenme süreci
yavaşlatılmış, sendikaların gelir elde edebilecekleri alanlar
daraltılmış, politika yapmaları engellenmiş, toplu sözleşme prosedürü
ağırlaştırılarak, grev yasakları getirilerek işçi sınıfının yasal
hak arama araçları büyük ölçüde ellerinden
alınmıştır.10
Dikkat edilecek husus, işçi sınıfına ve sendikalara yönelik bu baskı ve kısıtlama döneminin aynı zamanda, neo-liberal ekonominin bütün argümanlarıyla yerleştirilmeye başlandığı, ülke ekonomisinin küresel kapitalizme entegre edilme sürecinin başlatıldığı, ulusal ekonominin yapısal olarak uluslararası sermayenin istemleri doğrultusunda radikal biçimde dönüştürüldüğü bir dönemi de ifade etmesidir. Bu altyapısal dönüşüm sonrasında, 1990’ların başında görece bir “özgürlük” havası estirilmiş; “küreselleşmeci demokrasi” görüntüsüyle 12 Eylül’ün anti-demokratik izleri temizlenmeye çalışılmış; bununla birlikte IMF yapısal uyum programları da, AB’ye uyum programları da daha düzenli bir şekilde uygulamaya geçirilmeye başlamıştır.
Ülkemizde yönetimden yönetişime
geçiş süreci de bu yıllardaki “küreselleşmeci demokrasi”
argümanlarıyla adım adım yerleştirilmeye
başlanmıştır.11
Bu süreçte, “cisim” olarak özgürlüklerine kavuşsalar ve potansiyel
olarak hala önemli bir güç olarak kabul ediliyor olsalar da, mali ve
örgütsel açıdan elleri kolları bağlı olan, hukusal olarak büyük
kısıtlamalar içerisinde bulunan sendikalar da yönetişim modeline hazır
hale getirilmiş, geleneğinden de koparılarak uslu bir STK haline
dönüştürülme çalışmaları başlatılmıştır.
Peki, yönetişimleşme süreci nasıl işlemiş ve sendikalar bu sürecin neresinde durmuştur/durmaktadır? Bu soruya cevap vermeden önce, küreselleşme döneminde sendikaların yapısal dönüşüm sürecine kısaca değinmek gerekmektedir.
Sendikaların, “haklar” anlamında
değil, ama en azından “kurumsal” anlamda tam
olarak faaliyete geçtiği 1992 yılından12
itibaren sendikal hareket, 12 Eylül öncesinde görülmeyen iki değişik
sendikal tarz oluşturdu. Öncelikle, konfederal düzeyde ortaya çıkan
“sendikal” ve “ideolojik” ayrılıklar bir kenara bırakılıp,
sendikaların kendi aralarında birlik olma arayışları başlatıldı. 1993
yılında kurulan “Demokrasi Platformu” ve 1999 yılında kurulan “Emek
Platformu” bunlardan en etkin olanlarıydı. 1989 Bahar Eylemleriyle
önemli bir ivme kazanan ve 12 Eylül sonrasının “ölü uykusu”
görüntüsünü bir ölçüde üzerinden atan işçi hareketi, 12 Eylül’ün en
büyük darbeyi vurduğu devrimci sendikaların da faaliyete geçmesiyle
daha da hareketlenmeye başladı.
1989-1995 yılları arasında, sermaye sınıfını yine tedrigin edecek düzeyde işçi hareketleri oluştu. Türk-İş sendikacılığının da, bu eylemler içerisinde belirleyici olması bu tedirginliği daha da artırdı. Zira, eylemler genellikle “özelleştirme karşıtlığı” şeklinde oluyor ve ağırlıklı olarak kamuda örgütlü olan Türk-İş’in bu tutumu piyasaların yeni ekonomik düzene entegre edilmesi için öncelikli düzenleme olarak gündeme getirilen kamu ekonomisinin tasfiye edilmesi önünde önemli bir engel olarak kabul ediliyordu.
Bu sendikal hareketlilik ortamının
ortaya çıkardığı yeni bir gelişme daha oldu: 12 Eylül kısıtlamlarının
getirdiği güç kaybını bir şekilde telafi etmek üzere, demokratik
kitle-meslek örgütleri ve sendikalar belli konularda ortak hareket
etmek ve güçlerini birleştirmek üzere bir araya gelmeye karar
verdiler. İlk defa, 1992 yılında, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK 1 Mayıs’ı
birlikte kutladılar. Ayrıca, memurlar da sendikal hareket içerisine
katılmaya, örgütlenme çalışmalarını hızlandırmaya
başlamışlardı. “Demokrasi Platformu” bu zeminde oluşturuldu.13
Bu Platform, farklı sendikal gelenekten gelen emek örgütlerinin
kaynaşmasını ve gerektiğinde “tek cephe” olabilme potansiyellerini
açığa çıkaracak önemli bir deneyim oldu. Bu deneyimden sonra,
özellikle 1994 ekonomik krizi, bu tarihten sonra ağırlığını
hissettiren, IMF tandanslı yapısal uyum politikaları, 1997 ve 1998
küresel ekonomik krizleri ile birlikte artan işten çıkarmalar, reel
ücretlerin giderek düşmesi, özelleştirme çalışmalarının hız kazanması,
sendikaların daha örgütlü ve daha kapsamlı bir araya gelme
ihtiyaçlarını açığa çıkardı. Bu kaygılar, emek örgütlerinin, krizlerin
sonuçlarının iyice hissedilmeye başlandığı 1999’da “Emek Platformu”
adı altında daha örgütlü bir şekilde bir araya gelmeleriyle
sonuçlandı. Ülkemizde deyim olarak adı geçmese de “yönetişim”
uygulamalarının planlı bir şekilde başladığı dönem de, bu dönem, yani
14 Nisan 1999 seçimleriyle iktidara gelen
koalisyon hükümeti dönemi olmuştur.
14
Bu dönemde, sendikal hareket, genellikle konfederal düzeyden Emek Platformu çatısı altına taşınmış ve Emek Platformu çalışmaları hız kazanmıştır. Öte yandan, bu dönemde yönetişim uygulamlarının en somut görünümü olan, devlet faaliyetlerinin ve ekonomi yönetiminin üst kurullar/kurullar eliyle yürütülmesi uygulamaları, kapsamlı yasal düzenlemeler ve ekonomik programlar çerçevesinde devreye sokulmuştur. Devlet ile birlikte sermaye temsilcilerinin, meslek örgütlerinin, sendikların da temsil edildiği ve bu şekilde geniş bir “toplumsal meşruiyet”e sahip olarak katılımcı yönetimin sağlandığı şeklinde aldatıcı bir görüntüyle sunulan bu yönetişim uygulamaları, özellikle kamu yönetimi, sosyal güvenlik ve ekonomi ile doğrudan ilgili en küçük devlet faaliyetleri bile, içinde sermayenin etkin olduğu ve demokratik kitle örgütlerinin sadece "demokrasi sosu” işlevi gördüğü bu kurullar eliyle yürütülür olmuştur.
Aslında, devletten tam anlamıyla bağımsız olması gereken demokratik kitle örgütlerine (DKÖ) en büyük müdahale, “yönetişim modeli” yoluyla gerçekleştirilmektedir. Bu model, yönetim faaliyetlerinin demokratik kitle örgütleriyle birlikte gerçekleştirilmesi düşüncesiyle, sözde katılımcı yönetim ilkesinin uygulandığı, ama aslında hem devletin uygulama aracı olma özelliğinin yani “devletliğinin”, hem de DKÖ’lerin demokratikliğinin, özerkliğinin ve muhalifliğinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, ama sermayenin önünün açıldığı bir “değişim” sürecini getirmektedir.Bu şekilde, bağımsız ve ‘işçi merkezli” DKÖ’lerin bağımlı ve ‘sermaye merkezli” STK’lara dönüştürülme süreci de başlatılmıştır. Bu aşama, ağırlıklı olarak IMF ile birlikte yürütülen yapısal dönüşüm programları ile birlikte yürütülmüştür.
IMF’nin baskılarıyla bir bir çıkarılan yasaların hemen hemen hepsi, olağanüstü yetkilere sahip bir kurulun oluşturmasını da içermekte, devlet faaliyetleri bir nevi özelleştirilmektedir. Tahkim Kanunu çıkarılmış, Tahkim Kurulu oluşturulmuş; Şeker Kanunu çıkarılmış, Şeker Kurulu oluşturulmuş; Tütün Kanunu çıkarılmış, Tütün Kurulu oluşturulmuş; Enerji Piyasası Kanunu çıkarılmış, Enerji Kurulu oluşturulmuş; Kamu İhale Kanunu çıkarılmış, İhale Kurulu oluşturulmuştur. Daha onlarca kurul ismi sayabiliriz. Oldukça kapsamlı yetkilerle donatılan bu kurullar, genellikle sermaye çevrelerinin temsilcileriyle birlikte oluşturulmakta, kurullara kısmen katılan DKÖ temsilcilerinin de, herhangi bir etkinliği olamamakta, sadece “yönetişim üçgeni”ni tamamlamaktadırlar.
Mevcut yapısıyla, Ekonomik ve Sosyal Konsey’i de aynı çerçevede değerlendirebiliriz. ESK, Hükümet ve işveren ağırlıklı olup, sermaye yanlısı Hükümet politikalarının iş ve emek örgütlerine deklare edildiği, pasif bir yapı görünümündedir. Sendikaların, dikkate alınmayan görüşlerini bir kez de bu Konsey toplantısında dile getirmelerinden başka herhangi bir belirleyicilikleri yoktur. Hükümetin, uzlaşma görüntüsü verme arayışının bir sonucu olarak, göstermelik toplantılar yapılmıştır. Örgütlü toplumun çok büyük bir kısmı bu toplantılara katılamamaktadır. Özellikle sendikaların, “muhalif” özelliklerinin ortadan kaldırılıp, devletin kamusal faaliyetlerin yürütülmesinde bir aracı konumuna indirgenmesi ve bu yolla da pasifleştirilmesi planları yürütülmektedir.
Özellikle, son bir-iki yıl içerisinde, (IMF ile en fazla ilişkiye geçtiğimiz yıllar) Devlet, faaliyetlerini, sosyal diyalog adı altında ”yönetişim” metodu ile yürütmekte ve bu model uluslararası sermaye ve özellikle IMF ve AB tarafından ısrarla “önerilmektedir”. Bu durum ilke olarak, kabul edilebilir, olması gereken, demokratik bir durumdur. Ancak, pratikte, devlet, kendisini de “sivil toplum” örgütü gibi görerek, zaten yapması gereken sosyal-ekonomik faaliyetleri, sözde sosyal tarafların katılımına açmakta, böylece hem kendi sorumluluğundan kurtulmaya çalışmakta hem de DKÖ’lerin, devlet karşısındaki bağımsızlığını ve özerkliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu süreçte asıl gözden kaçan nokta, yönetişim uygulamalarında, devlet etkisizleştirilip, DKÖ’leri pasifize edilirken, sermayenin önünün açıldığıdır. Üst kurullar bu işlevi görmektedirler. Son bir yıl içerisinde oluşturulan kurulların yapısı, “sosyal diyalog” adı altında gerçekleştirilen yönetişim toplantılarının sonuçları incelendiğinde, uluslararası sermaye-siyasal iktidar ilişkileri daha net bir şekilde ortaya çıkacak, yönetişimin hangi çevrelere hizmet ettiği açık olarak anlaşılacaktır.
Dünya Bankası’nın “iyi yönetişim”; IMF’nin “yapısal reformlar” ve OECD’nin “düzenleme reformları” olarak formüle ettiği yaklaşımların tamamı özü itibariyle aynı şeyleri söylemektedir: Azgelişmiş ya da borçlu ülkelerin siyasal iktidar yapılarının doğrudan doğruya dönüştürülmesini. Ancak, azgelişmiş ülkelerin siyasal iktidar yapıları hangi saiklerle dönüştürülmek istenir? Bu sorunun cevabı, küresel kapitalizmin, kendisini daha önceki tüm toplumsallık biçimlerinden ayıran ve imtiyazlı kılan tarihsel karakteristiğinde yatmaktadır
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil; pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta (Marx ve Engels, 1993).
Neoliberal küreselleşmenin dinamiklerine bakıldığı vakit, kapitalizmin bu temel özelliklerinin asla değişmediğini görmek çok da zor değildir. Sadece iktisadi olgular açısından küreselleşmeyi “dünya ekonomisini oluşturan sosyal ve iktisadi parçaların birbirleriyle ve giderek dünya piyasalarıyla eklemlenmesi” olarak algılayabileceğimiz düşünüldüğünde, ticaretin ve sermaye akımlarının serbestleştirilmesi sürecinin piyasa mantığını engelleyen her türlü kolektif yapının yok edilmesini gerektirdiğini kavramak kolaylaşır (Yeldan 2002, 20). Bourdieu’ye göre:
Ekonomik verimlilik söylemi altında bu
‘cehennemi makine’ rasyonelliğin biricik kıstası olarak sermaye
karlılığının elde edilmesi önündeki her türlü toplumsal, idari ya da
yasal kısıtlamayı ‘akıl dışı’ olarak nitelendirmekte ve kaldırılması
gerektiğini savunmaktadır (aktaran Yeldan, 2002).15
Buradaki sorun, merkezi idarenin ya da ulusal devletin zayıflatılması sorunu değildir. Bir proje, program, söylem ya da model, her ne dersek diyelim “yönetişim”in kimler tarafından hangi kurumsallıklar bağlamında inşa edildiğini anlamak gibi bir zorunluluğumuz var. Kaldı ki bu da başlı başına yeterli olmayacaktır.
Sonuçta, küreselleşmenin dinamikleri ulusal devleti ve onu oluşturan bir dizi alt-sistemi birbirinden ayırarak çözmektedir. Tarihte, burjuva sınıfının feodalizme karşı verdiği savaşların neticesinde ulus-devletlerin ve ulusal pazarların ortaya çıkması, daha önce benzerine rastlanılmamış ölçüde önem taşıyan devrimci atılımlar olmuştu. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz süreç, tarihsel bir olgu olarak ulus-devletin, çağımızın egemenlik ilişkilerinin ve sömürü süreçlerinin güncel biçimlerine destek olma görevini yerine getiremeyen bazı “hantal”, “bürokratik”, “etkinsiz” ya da bir diğer ifadeyle “sosyal” yanlarının yeniden biçimlendirilmesi ve sermayenin tek pazar idealine uyumlu hale getirilmek istenmesinden ibarettir. Bu anlamda ulus-devlet tasfiye ediliyor diye üzülmek/yakınmak ya da sadece ulus-devletçi hassasiyetlerle söz konusu sürecin karşısında konum almak gerçekçilikten uzak, ve çok daha önemlisi süreci tersine çevirecek ya da tarihsel kazanımların muhafaza edilmesini sağlayacak tavırlar değildir.
Aynı düşünceyi, yönetişim sürecinin toplumsal alandaki ve üretim ilişkilerindeki boyutu olan sendikal örgütlülük için de söyleyebiliriz. Sendikal hareket, 12 Eylül paranoyası altında sadece mevcut durumlarını muhafaza etme, bu durumu hakim paradigma çerçevesinde meşrulaştırma arayışı içerisinde hareket ederek; statükoyu değiştirecek potansiyel bir gücü, işçi sınıfını, temsil etmelerine rağmen, bu statükoyu değiştirmek yerine, egemen yönetişimci paradigmanın “sivil toplum”, “demokrasi”, “katılım”, “piyasa” söylemlerine kapılıp “entegrizm” batağına saplanabilir ve son kertede, piyasa için uslu kaldıkları ölçüde iyi yönetişimin olmazsa olmaz figürlerinden biri olarak “değer”lenirler. Buna mukabil, işçi sınıfının devrimci değiştiriciliğini sahiplendikleri ve bu yönde eylemliliğe girdikleri anda da, sosyalliği alınmış ve sadece ceberrutluğu kalmış devletin hışmına uğrayarak akıllandırılırlar. Maalesef, şu anda hakim olan sendikal anlayış, süreci bu noktaya götürmektedir.
Son söz: Yol yakınken dönülmeli ve gerçekten bağımsız bir sendikal hareket rotası benimsenmelidir. İşçi sınıfının nesnel durumu bunu emrediyor!!!
Bayramoğlu, Sonay (2002) “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”, Praksis 7, sayfa 85-117.
Chang, Ha-Joon (2002) Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective, Anthem Press, London.
Güler, Birgül A. (2002) “Tekellerin Yeni İktidar Formülü: Yönetişim”, 05-01-2002 Evrensel Gazetesi.
Kalaycıoğlu, Ersin (2001) “Sürdürülebilir Gelişme ve Siyasal İyi Yönetişim: Türkiye’nin Son On Yılı”, Sürdürülebilir Kalkınma ve İyi Yönetişim Alt Çalışma Grubu Taslak Raporu.
Kooiman, J. (1993) Modern Governance, London: Sage
Marx, K. & Engels, F. (1993) Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev. Muzaffer Erdost, Ankara, Sol.
Merrien, F. Xavier (1998) “Governance and Modern Welfare States”, International Social Science Journal, Mar98, Vol. 50 Issue 1, p57.
Peker, A. Tatar (1996) “Dünya Bankası: ‘Büyüme’ Söyleminden ‘İyi Yönetme’ Söylemine”, Toplum ve Bilim 69, sayfa 6-62.
Reyhan, Hakan (2003), “Kapitalizmin İnsanı”, Ulusal 8, sayfa 19-32
Rhodes, R. A. (1996) “The New Governance: Governance Without Governance”, Political Studies XLIV, s. 652-67.
Şenalp, M. Gürsan (1999) “Avrupamerkezcilik, Marksizm ve Ulusallık Meselesi”, Ulusal Sola Teorik Katkı içinde, Ulusal Dergisi Kitaplığı 7, sayfa 24-51.
Williamson, O. E. (1998) “The Institutions of Governance” The American Economic Review 88/2, 75-79.
Yeldan, Erinç (2002) “Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler”, Praksis 7, sayfa 19-34.
Zabcı, F. Çulha (2002) “Dünya Bankasının Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57-3
Bugünlerde egemen iktisat söylemi,
“gelismekte olan ülkeler” yerine daha çok “yükselen piyasalar” (emerging
markets) terimini kullanmayi tercih etmektedir.1
Peker’e göre Dünya Bankası’nın iyi
yönetişim gündeminin üç dayanağı vardır: Bir, devletin verimli ve
etkili olması: iki, devletin özel teşebbüs için “güçlendirici bir
ortam” sağlama kapasitesinin geliştirilmesi ve nihayet, bu iki hedef
çerçevesinde reformları sürekli kılabilecek bir zemin sağlanması için
“sivil toplum”un oluşturulması (1996; 45).
2
Mülkiyet hakları kavramı iyi yönetişim söyleminde
yer alan en önemli kavramlardan birisi ve Dünya Bankası raporlarının
da gözde kavramı. Söz konusu haklar, özel mülkiyetin korunması, ve
yatırımlar için gerekli güven ortamının tesisi için vazgeçilmezdir. Bu
anlamda küresel piyasa ekonomisinin sağlıklı isleyebilmesi için
mülkiyet haklarının korunabilmesini sağlayacak, etkin bir hukuk
düzenine gereksinim vardir şüphesiz. Bir ülkenin mülkiyet hakları
rejiminin kalitesini ise şirketler hukuku, sözleşme hukuku, iflas
hukuku, miras ve verği hukuku gibi kurumsallıkların gelişkinliği
belirler (Merrien 1998). Yani, yönetişim bütünüyle devleti değil;
devletin piyasa mekanizmasına katkısı bulunmayan sosyal niteliklerinin
tasfiye edilmesini öngörmektedir. “Minimal devlet” güçsüz devlet
değildir, tersine piyasa mantığı içerisinde rasyonelleştirilmiş, daha
doğrusu “piyasa için”leştirilmiş, tam anlamiyla katıksız bir “piyasa
dostu” sermaye devletidir. “Piyasa dostu devlet, DB’nin
terminolojişiyle ‘Insanlarin yeterli yatırım yapmasını güvence altına
alan, özel girişim için rekabete dayalı bir ortam sunan, ekonomiyi
uluslararsı ticarete açık tutan ve istikrarli bir makro ekonomiyi
sağlayan devlettir.” (aktaran, Zabci 2002; 163)3
Aslında yönetişim kavramı, bu dönemde yeni
kurumcu iktisatçılardan O. E. Williamson tarafından da
kullanılmaktadıır. Williamson’ın firma teorisine ilişkin
çalışmalarında, yönetişim, genellikle “işlem maliyetleri iktisadı” (transaction
costs economics) kavramıyla beraber ele alınmaktadır. Işlem
maliyetleri, kısaca, iktisadi analizin temel birimi olarak “işlemi”
ele alırken; bir yandan da iktisadi faaliyetlerin yürütülmesinde
düzenliliği sağlayan bir araç olarak yönetişimi göz önünde bulundurur.
Buna göre farklı niteliklere sahip olabilen işlemler, işlem
maliyetlerinden tasarruf seğlayabilmek amacıyla, farklı maliyet ve
yeterlilik özellikleri gösterebilen yönetişim yapıları (governance
structures) tarafından düzene sokulur. “Işlem maliyetleri iktisadı,
işlemi, analizin temel birimi; yönetişimi ise düzeni sağlayıcı
araçları olarak ele alır” (Williamson 1998; 77). Kaldı ki İyi
yönetişim terimi de piyasayı kurala bağlayan, dışsal ekonomiler
yaratarak “işlem maliyetlerini” azaltan ve “sivil toplumun”
gelişmesine elverişli koşulları sağlayan “piyasa dostu” bir devlete
göndermede bulunur (Peker 1996).
4
AKP’nin acil eylem planında da önemli bir yeri
olan “Yerel Yönetimler ve Kamu Yönetimi Reformu” yasa tasarısıyla,
merkezi yönetimin yetkilerinin sınırlandırılarak, yerel yönetimlere
devredilmesi öngörülmektedir. Bu bağlamda, zaten sayısı azaltılmak
istenen bakanlıklar, “taşra teşkilatı olanlar ve olmayanlar” biçiminde
sınıflandırılmaktadır. Merkezin dışında teşkilatı olmayan
bakanlıkların bu bölgelerdeki görev ve personelleri, yerel yönetimlere
devredilecektir. Bu anlamda Belediyeler ve İl Özel İdarelerinin gücü
ve etkinliğinin artırılmak istendiği açıktır. Yerel düzeyde devleti
temsil edecek bu kurum ve kişiler, yönetim faaliyetini, özel sektör
(yani şirketler) ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte
sürdüreceklerdir. Birgül A. Güler (2002), bu üçlü yapının her bir
ayağında sermaye kesiminin ağırlıkta olduğuna işaret etmektedir.
Güler’e göre yönetişim “tekellerin yeni iktidar formülü”dür ve
kesinlikle anti-demokratiktir. Bu süreci, yönetişim ideolojisinin
anlattığı gibi “şeffaflaşma”, “hesap verebilirlik”, “katılımcılık”,
“demokratikleşme” gibi tuhaf ve süslü kavramlarla açıklama
girişimleriyle, zihinler bulandırılmak istenmektedir.5
Raporun, Türkçe çevirisinin editörlerince
kaleme alınmış olan önsözünde “OECD tarafından 2001 yılında
gerçekleştirilen inceleme çalışmaları sonucunda Türk Hükümeti’nin, ve
Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının katkıları da alınmak
suretiyle hazırlanan bu rapor tamamen OECD’nin görüş ve önerilerini
yansıtmakta olup, ülkemiz için hangi tavsiyelerin uygulanacağı veya
öncelik arz ettiği hususu şüphesiz ki siyasal iradenin takdirine
bağlıdır” şeklinde anlamlı bir ifade bulunuyor. Tuhaf olan siyasal
iradenin yok edilmeye çalışıldığı, ulusal ve yerel birikimlerin
sermaye egemenliği altında küresel alana tahvil edildiği bir projenin
mimarları ve onların yerli taşeronlarının hala siyasal bir iradeden
bahsediyor oluşlarıdır.6
Hegemonya, genellikle egemenlik ile
karıştırılmaktadır. Halbuki, sonuçta bir taabiyet/bağlılık ilişkisiyle
ilintili olan ve bu bakımdan benzeşik olan her iki kavramın anlamı
farklıdır. Egemenlik zora dayalıdır. Hegemonya’da bir nevi rıza
vardır, kabullenmişlik vardır. Bu kabullenmişiliği sağlayan
ekonomik/sosyal ortam da elbette zora dayalı bir şekilde
oluşturulmuştur. Ancak, hegemonyanın esas belirleyiciliği, egemenlik
ilişkisi içerisinde olanların aslında bunun ‘egemenlik
ilişkisi/bağımlılık’ olduğunun farkında bile olmamalarıdır.. Tıpkı,
ülkemizin içerisinde bulunduğu Batıcı/küreselleşmeci hegemonik durum
gibi .(Reyhan; 2003) Elbette, bu hegemonyayı kurmak üzere çeşitli
zihin yönlendirme teknikleri devreye sokulmaktadır. Paradigma bu
tekniklerle kabul görür olmakta, kanıksanmakta ve hegemonya böyle
oluşmaktadır. “Sivil toplum” ve “demokrasi” adı altında
gerçekleştirlen “yanılsatmacı paradigma”yla gerçekte sermayeci
hegemonyanın inşa edilmesi gibi. Ayrı bir yazının konusu olmakla
birlikte, tabii ki burada medyaya da çok önemli bir misyon
düşmektedir.7
Sivil toplum kavramı, farklı anlamlarla
içeriklendirmeye müsait bir genişlik ifade etmektedir. Bu anlamda,
olumlu veya olumsuz çeşitli tanımlamalar yapılabilir. Zira, siyaset
bilimi literatütünde de bu konuyla ilgili geniş bir malzeme vardır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, önemli olan, Gramsci’nin de ifade
ettiği gibi, hegemonya oluşturmada bu ”sivil toplum” alanına atfedilen
değerdir. Biz burada, sivil toplumu, sermaye merkezli bir hegemonya
kurma işlevi gören, daha çok piyasa bileşeni, piyasa argümanı olarak
değerlendiriyor ve sivil toplum örgütlülüğü için böyle bir misyon
biçenlerin daha çok telaffuz ettiği şekilde ‘STK’ (NGO gibi) olarak
ifade ediyoruz ‘sivil toplum’ şeklinde açılımlı olarak değil. Bu
yazıda da “sivil toplum” derken mevcut nesnel durumu, “STK” derken bu
nesnel durum üzerine inşa edilmiş daha özel ve öznel bir ideolojik
örgütlenmeyi kastetmekteyiz.8
Aslında, sermayenin kamu yönetimindeki
belirleyiciliği anlamında “yönetişim” özellikle küreselleşme sürecine
entegre olmuş ülkelerde zaten uygulanmaktadır. Egemen çevrelerin son
zamanlarda sıkça dillendirdikleri “iyi yönetişim” kavramından,
sermeyinin iyice hakim olduğu yönetim yapısını anlamak mümkündür. Her
halde bu yüzden “iyi yönetişim” diyorlar.9
Bu yasal kısıtlamalar, bugün de büyük ölçüde
devam etmektedir. Bu makaleyi okuduğunuz sırada, yasalaşmış olma
ihtimali yüksek olan “Yeni İş Yasası Tasarısı” bu kısıtlamaları daha
“demokratik”, daha “esnek” hatta “elastiki” bir açılımla daha da
derinleştirmektedir.10
Günümüzde yönetişim modeli çerçevesinde
tartıştığımız ve eleştirdiğimiz kamu yönetimi reformu, yerel
yönetimler reformu, kamu personeli reformu, özerk kurullar vs...daha o
dönemde tartışılmaya başlanmıştır.11
Artık, DİSK davası da beraatle
sonuçlanmış ve konfederal olarak, Türk-İş ve Hak-İş’ten sonra DİSK de
sendikal faaliyetlere başlamıştı.12
Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu”,
bileşenlerinin eylem ve hareketleriyle, devlet ve sermaye ile olan
mesafesi ile yönetişimci STK tanımlammasına pek uymuyordu.13
Dikkat edilirse, üçlü koalisyon bile
bir nevi yönetişim modeline göre oluşturulmuştur. Bir benzetme
yaparsak, liberal ANAP’ı “sermaye”; milliyetçi-devletçi MHP’yi
“devlet”; solcu-halkçı DSP’yi de “sendikalar” veya (değişime uğramış
DSP için) STK yerine koyarsak böyle bir tablo ortaya çıkıyor. Bu
koalisyon Hükümeti’nde de tıpkı yönetişim modelinde olduğu gibi, küçük
ortak olmasına rağmen ANAP’ın(sermayenin) programı geçerli olmuş, MHP
(devlet) ve DSP (sendikalar) de iyice erimiş, pasifize edilmiştir.
Yönetişim kelimesinin ilk kez, Kemal Derviş’in ağzıyla telaffuz
edildiği “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” da bu yönetişim
koalisyonunun son çalışması olmuş ve yarım kalan bu çalışma
tamamlanması için yönetişimci AKP iktidarına bırakılmıştır. Yönetişim,
AKP’nin Acil Eylem Planı’nın temel argümanı olmuştur.14
Bu yaklaşimin son derece idolojik olan
içeriğini görebilmek, kavraminin geleneksel tanımı düsünüldügünde
oldukça kolaydir. Larrain’e göre ideoloji burjuvazinin feodalizme
karşı verdiği mücadeleler sırasında geleneksel aristokratik toplumda
doğmus ve bu dönemin felsefi ortamında üretilmiştir. Ideoloji, aklı
savunmak ve “ilerici” olmayan her düşünceyi eleştirmek için
kullanılmıştır. Bu bağlamda metafizik ve dinsel olan her şey maddi
şeylerin üretimini artırmadığı gerekçesiyle eleştirilmiş ve “akıl
dışı” olarak ilan edilmişti (aktaran Şenalp, 1999). Bugünün egemen
sermaye düzeni açısından akıl dışı olan, tek bir küresel pazarın
yaratılması sürecinin önündeki engeller olan batılı modern refah
devletleri ve gelişmekte olan ülkelerin üniter devlet yapılarıdır.15