İŞSİZLİK: DEVLET ve SERMAYE İÇİN HEM TEHDİT HEM FIRSAT1

Gökhan ATILGAN

Uzman

TES-İŞ Sendikası

 

Giriş

Sermaye, tarih boyunca, uzandığı her köşede işçilerle birlikte işsizleri de yarattı. Küreselleşme olarak adlandırılan sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü düzeyi, işsizlik sorununu daha da katmerli hâle getirdi. Günümüzde, sermayenin hızla dolaşıp yayıldığı, toplumsal ilişkileri kendine ve hızına göre yeniden biçimlendirdiği her köşede, her bucakta işsiz kitleler çoğalmaktadır: Yalnızca güneyde değil kuzeyde de, yalnızca doğuda değil batıda da, yalnızca çevrede değil merkezde de...

 

İşsizliğin içinde bulunduğumuz dönemdeki aşırı artışı, işsizlikle ilgili sayısal araştırmaların, kuramsal çalışmaların, kurumsal düzenleme önerilerinin artışını da beraberinde getirmektedir. Araştırma sonuçlarına ilişkin sayısız grafik, tablo ve çizelge yayımlanmakta; kuramsal çalışmaların ürünlerini derlemek için ciltler gerekmekte; kurumsal düzenleme öneri ve uygulamalarının haddi hesabı tutulamamaktadır. Sayısal araştırmaları yapanlar, kuramsal çalışmaları yürütenler, kurumsal düzenleme önerilerini geliştirenler işsiz kimseler değildir. İşsiz olmayanlar, neden işsizlik üzerine mesai yapmaktadır?2

 

Bunun iki nedeninden söz edilebilir: İlk olarak işsiz kitlelerden gelebilecek sosyal tehdidin önlenmesi; ikinci olarak da işsizlik tehdidinin sermaye lehine yeni fırsatlar için kullanılması.

Devlet ve sermaye aşırı işsizliğin oluşturacağı potansiyel tehdidin önlenmesini ister; çünkü işsiz kitlelerin ayağa kalkması sistemin temellerini sarsabilir. Buna mukabil, devlet ve sermaye, işsizliğin nedenlerini ortadan kaldırmak iste(ye)mez. Çünkü esas neden aranmaya başlandığında üretim ilişkilerinin, mülkiyet ilişkilerinin sorgulanması gerekir. Oysa, kapitalist devlet ve sermayenin varlığı, bizzat bu üretim ve mülkiyet ilişkilerinin üzerinde yükselir. Devlet ve sermayenin bütün gayreti, işsizliğin, üretim ilişkilerinin, mülkiyet ilişkilerinin, dolayısıyla kendi egemenliklerinin sarsılmasına mahal vermeyecek düzeye indirilmesi, sosyal bir tehdit unsuru olmaktan çıkarılmasıdır. Diğer yandan işsizlerin çokluğu ve halihazırdaki çalışanlardan daha kötü koşullarda çalışmaya razı olma hâlleri, işçi haklarının, ücretlerinin ve çalışma koşullarının mevcut olandan daha geriye doğru götürülmesine, böylece sömürünün artırılmasına zemin hazırlayabilir. Bu nedenle devlet ve sermaye bir yönden sosyal tehdit unsuru olarak gördüğü işsizliği bir yandan da fırsat olarak değerlendirir ve bu fırsattan sonuna kadar yararlanmak için elinden geleni yapar.

 

Bu yazıda, devlet ve sermaye açısından hem bir tehdit hem de bir fırsat olarak değerlendirdiğimiz işsizlik sorununu bazı yönleriyle ele alacağız. Öncelikle işsizliğin dünyada ve Türkiye’deki tehditkâr boyutlarını kısaca tasvir edeceğiz. Bu tasvir sırasında zorunlu olarak başvuracağımız rakamlar, işsizliğin dünya çapında ulaştığı boyutları dramatik bir biçimde gösterecek. Bunun ardından küreselleşme olarak adlandırılan sermayenin uluslararsılaşmasının yeni düzeyinde işsizliğin yaratıcısı olarak gördüğümüz hâkim sınıflar ile devlet arasındaki ilişkinin nasıl kavranması gerektiği üzerinde işsizlik sorunu bağlamında duracağız. Çalışma ilişkilerinin yeniden düzenlendiği günümüz Türkiye’sinde aşırı işsizliğin devlet ve sermaye tarafından bir tehdit olarak algılanışının ortaya konulması sonraki bölümün konusu olacak. Bu bölümde, devlet ve sermayenin aşırı işsizlik tehdidini sistem lehine bir fırsata dönüştürmek için nasıl bir yol izlediğini ve neler yaptığını da göstermeye çalışacağız.

 

Dünyada İşsizlik

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Genel Direktörü Juan Somavia, bağlı bulunduğu kurumun 2003 yılı küresel istihdam raporunu açıklarken dünyadaki istihdam durumunun fena hâlde kötüye gittiğini belirtiyor ve on milyonlarca insanın işsizler kervanına katılmakta olduğunu, ya da “çalışan yoksullar” durumuna düştüğünü söylüyordu. Somavia’ya göre, küresel olarak artan işsizlik dünyanın pek çok yerinde iktisadî ve siyasî dengelerin bozulmasına neden olabilecek düzeydeydi.

 

ILO’ nun raporuna göre (2003), 2000 ile 2003 başı arasında 20 milyon kişi işsizler ordusunun saflarına katılmış, 2002 yılı sonu itibariyle dünyadaki açık işsizlerin sayısı 180 milyonu bulmuştu. Bu, korkunç bir sayıydı: kaba bir hesapla Türkiye nüfusunun 3 katı. Hesaba 2002 yılının sonunda çalışan yoksulları ya da günde 1 dolar ücretin altında çalışarak hayatta kalma mücadelesi veren en az 550 milyon kişiyi, önümüzdeki 10 yıl içinde işgücüne katılacak en az 460 milyon kişiyi de (Kenar, 2001) kattığımızda, sayı epeyce kabarıyordu.3

 

ILO raporu, işsizliğin sadece az gelişmiş ülkelerde değil, sanayileşmiş ülkelerde de hızlı bir artış içinde olduğunu gösteriyordu. Bir bütün olarak bakıldığında sanayileşmiş ülkelerde 2000 yılında yüzde 6,1 seviyesinde olan açık işsizlik oranı, 2002 yılında yüzde 6,9’a yükseldi. Avrupa Birliği’ndeki işsizlik oranı 2002’de yüzde 7,6’ya çıktı. Aynı yıl, Kuzey Amerika ülkelerindeki işsizlik oranı da tırmanıştaydı: ABD’de yüzde 5,6 olan oran, Kanada’da yüzde 7,6’ya ulaştı. İşsizlik, Arjantin gibi Güney Amerika ülkelerinde jet hızıyla yüzde 20’lere fırladı. Karayip ülkelerinde işgücü piyasalarına çok az yeni giriş olmasına rağmen işsizlik yüzde 10’lara erişti. İhracatı durma noktasına gelen, çocuk emeği ve kanun dışı insan taşımacılığıyla malûl Asya ülkelerinde yüzde 6,5 civarında olan işsizlik oranı, Sahra Afrika’sı’nda yüzde 14’ün üzerine çıktı. Özelleştirmenin getirdiği işten çıkarma sorunuyla dramatik bir biçimde yüzleşen Güney Asya ülkeleri, işsizlik oranında kayda değer bir artışa sahne oldular; sözgelimi Pakistan’da işsizlik oranındaki son yıllardaki artış yüzde 8 mertebesindeydi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde de işsizlik iki haneli rakamlarla ifade edilir oldu. “Geçiş ekonomisi” olarak adlandırılan ülkelerin sahip olduğu işsizlik oranı ise, geçtiğimiz yıl ortalama yüzde 13,5 olarak saptandı.

 

(ILO) Genel Direktörü Juan Somavia’ya işsizliğin ulaştığı boyutların dünyanın pek çok yerindeki sosyal ve siyasal dengeleri bozacağını söyleten işte bu tabloydu. Somavia, işsizliğin mevcut boyutlarının dünya çapında bir sosyal tehdit doğurduğunu ima ediyordu.

 

Türkiye’de işsizlik 

Dünyadaki bu ürkütücü işsizlik tablosu, en azından son 20 yılını küreselleşme olarak adlandırılan sürece eklemlenme uğraşıyla yitiren4  Türkiye söz konusu olduğunda daha da karanlıktır. Nitekim, Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) bazı araştırmacılara hazırlatıp ironik bir biçimde 1 Mayıs İşçi Bayramında kamuoyuna sunduğu işsizlik raporunda, işsizliği “ülkenin bir numaralı sorunu” olarak göstermektedir (2003: 13). Bu sermaye örgütünün başkanı Tuncay Özilhan, raporun tanıtımı için düzenlediği basın toplantısında, işsizlikte bir “patlama” yaşandığını belirtmektedir (Özilhan, 2003b: 1).

 

Ne yazık ki, Türkiye’de işsizliğin gerçek boyutlarını ortaya çıkaracak, verileri elde edecek, derleyecek, işçiler ve işsizler açısından analiz edecek bir kuruluş henüz bulunmamaktadır. İşsizlikle ilgili veriler esas olarak Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) tarafından oluşturulmakta ve yayımlanmaktadır. DİE’nin sayısı son iki yılda ikiden dörde çıkan hane halkı işgücü anketleri, hem kullandığı teknik bakımından hem de sahip olduğu tanımlar açısından gerçekleri tam olarak yansıtamamaktadır. Buna rağmen, resmî bir nitelik taşıyan DEİ verileri, Türkiye’de devlet ve sermayenin potansiyel bir tehdit olarak algıladığı işsizlik sorununun sayısal boyutlarını görmemize yardım edebilir.

 

Türkiye’de işsizlik, DİE’nin 2002’nin son üç ayına ilişkin verilerine göre, son 5yıllarda had safhaya ulaşmış bulunmaktadır. DİE’nin 2002 yılı IV. Dönem Hane Halkı İşgücü Anketi sonuçlarına göre, işgücüne katılma oranı ülke genelinde yüzde 49,4 mertebesindedir. Bu sayı, çalışabilir nüfusun toplamı düşünüldüğünde, Türkiye’de işgücüne dahil olanların sayısının 23 milyon 221 bin, dahil olmayanların sayısı ise 23 milyon 786 bin kişi olduğunu gösterir. Çalışma çağındaki nüfusun yarısından azının gelir getiren bir işte çalıştığını ya da işsiz olduğunu anlatan bu işgücüne katılma oranı son derece düşüktür. Bu oran, Türkiye’de gelir getiren bir işte çalışanların, işsizler ile 15 yaşın altındaki çocukların ve 15 yaş üstündeki nüfusun yüzde 50,6’sını geçindirmekle yükümlü olduğunu göstermektedir. Yani Türkiye’de, gelir getiren bir işte çalışan her kişi, kaba bir hesapla, en azından üç kişiyi geçindirmektedir.

 

İşgücüne katılma oranı düşük olan Türkiye’de, geneldeki açık işsizlik oranı yüzde 11,4’tür. Bu, 2 milyon 636 bin kişinin resmen işsiz olduğu anlamına gelmektedir. Tarım dışı işsizlik söz konusu olduğunda açık işsizlik oranı daha da artmaktadır: yüzde 16,1. Kırsal yerlerdeki açık işsizlik oranı yüzde 6,6 gibi oldukça düşük bir oran olarak gözükmektedir. Bu oranın düşük oluşunda DİE’nin Profesör Zati Sungur’u anımsatan el çabukluğunun payı büyüktür.

 

DİE, tarım sektöründeki ücretsiz aile çalışanlarını işsiz saymamaktadır. Türkiye’de tarım sektörü küçük üreticiliğin başat olduğu bir özelik taşımaktadır. Tarım kesiminde ücretsiz aile çalışanı olarak görülen kadınlar, gençler ve yetişkinlerin önemli bir kısmı DİE’nin hane halkı işgücü anketlerinin yapıldığı dönemde 1 saat bile çalışmış olsalar, işsiz diye kaydedilmemektedir. Türkiye’de kırsal yerlerde istihdam edilenlerin oranı 2002 IV. döneminde yüzde 54,8’dir. Bu oran 6 milyon 902 bin kişiye tekabül etmektedir. Bunların yüzde 50,1’i, yani 3 milyon 457 bin kişisi, ücretsiz aile çalışanı olarak kaydedilmiştir. Tarımda ücretsiz aile çalışanı diye kaydedilenlerin 2 milyon 588 bin 646’sı kadındır.

 

Yukarıdaki veriler, Türkiye’deki açık işsizlerin sayısı ile tarım kesiminde ücretsiz aile çalışanı tanımına dahil edilerek işli sayılan kadınların sayısının neredeyse denk olduğunu göstermektedir. Kırsal bölgelerde ücretsiz aile çalışanı kadınları işli olarak kaydeden DİE, geçim derdiyle kırdan kente göç eden kadınları “ev kadını” grubuna dahil ederek işsizler arasında saymaktadır. Bu da, tarım kesimindeyken işli görünen kadınların kente göç ettiklerinde işli sayılan konumlarını yitirdikleri hâlde yine de işli sayıldıklarını göstermektedir. Bu el çabukluğuyla yapılan hesaplar bile Türkiye’deki açık işsizliğin sayısını 2 milyon 636 bin kişi gibi dudak uçuklatıcı bir sayı olarak belirliyorsa, asıl işsizlik sayısının hangi düzeyde olduğunu bilmeye muktedir devlet ve sermaye açısından işsizliğin ne denli ürkütücü boyutlara ulaştığı tahmin edilebilir.

 

Rakamsal olarak bastırılmış olmasına rağmen oldukça yüksek olan işsiz sayısına, iş bulmaktan ümit kestikleri için iş aramayanlar, son bir yılda iş arayan ama bir umut ışığı göremediği için son bir ayda iş aramayı bırakanlar, askerlik görevini yapmakta olduğu için işsiz sayılmayanlar ile eksik istihdam edilenler de eklendiğinde sayının iyice yüksek olduğunu kestirmek kolaydır. DİE, 2002 yılı IV. döneminde eksik istihdam edilenlerin oranını yüzde 5,1 olarak saptamıştır. Bu, 1 milyon 49 bin 784 kişi demektir. Türkiye’de işgücü istihdamının yüzde 54,8’inin tarım kesiminde gerçekleştiğini de bu bilgilere eklemek gerekir. Tarım kesiminde mevcut iş olanaklarının aşırı derecede bölüşüldüğü, bu kesimde iş bulma imkânı doğduğunda derhal harekete geçecek olan kişilerin sayısının çokluğu işsizlik hesabına dahil edildiğinde işsiz sayısının iyiden iyiye kabaracağı aşikârdır.

 

Türkiye’de işsiz sayısının olduğundan çok daha düşük gösterilebilmesinin en önemli nedenlerinden biri de askerlik yapmakta olan yüz binlerce kişinin “yok” sayılmasıdır. Oysa askerlik yapanların çok büyük bir bölümü gerçekte işsizdir. Türkiye’de devlet, hiçbir makul gerekçesi olmamasına rağmen yaklaşık 3 milyon genci başka ülkelerde görülmeyen sürelerle silah altında tutmaktadır. Bu, süreklilik arz eden bir durum olduğu için işsiz sayısı daima yaklaşık olarak 2 milyonu aşkın kişi eksik gösterilmektedir. Genç işsizlerin aylarca silâh altında tutularak işsizler ordusunun dışına çekilmesi, Türkiye’de bir devlet politikasıdır. Bu politikanın ardında, işsizliğin yaratacağı sosyal tehdidin azaltılmasının yattığı bellidir.

 

Bu kapkaranlık işsizlik tablosu nasıl ortaya çıkmıştır? Eserin altında işçilerin, yoksul köylülerin ve öteki emekçilerin imzası yoktur. Onlar, sadece, bu tablonun ortaya çıkmasını engelleyememekten mesuldür. Bu tabloyu, hâkim sınıflar ve devlet, elbirliğiyle, işbirliğiyle yaratmıştır. Tablonun nasıl ve ne şekilde yaratıldığını cevaplayabilmek için sermaye ve devletin benimseyip uyguladığı iktisadî stratejiler üzerinde en genel hatlarıyla durmak gerekmektedir.

 

Küreselleşme ve Türkiye: Süreçler ve İşsizlik Açısından Sonuçlar 

 

En azından son yirmi yıllık dönem, Türkiye açısından, küreselleşme olarak adlandırılan sermayenin uluslararasılaşmanın bugünkü biçimine eklemlenme gayretleriyle geçti. 1980’li yıllar, bir önceki dönemin esas olarak iç talebi karşılamaya yönelen ithal ikameci stratejisinin terk edildiği, bunun yerine dışa açılma ve ihracata dayalı büyüme stratejisinin benimsenip tatbik edildiği yıllar oldu. 1989 dönemeci, uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki denetimin adım adım kaldırılıp finansal serbestleşmenin gerçekleştirildiği dönemdi.

 

Türkiye, 1980’li yıllarda dışa açılma ve ihracata dayalı büyüme sürecine girdiğinde, benzer durumdaki ülkelerle hemen hemen aynı kaderi yaşadı. Sermayenin uluslararasılaşmasının bu döneminde az gelişmiş ülkeler sınaî mamul ihracatçısı konumuna geldiler. Sınaî mamul üretiminin giderek artan bir bölümü az gelişmiş ülkelerde yapılmaya ve gelişmiş ülkelere ihraç edilmeye başlandı. Ama öte yandan, yapısal uyum programlarını benimseyen bu ülkeler, kredi aldıkları Dünya Bankası’nın telkinleriyle ithalatlarını da serbestleştirdiler. Bunun neticesi, 1979-1994 yılları arasında azgelişmiş ülkelerin dış ticaret haddinin her yıl yüzde 2,2 azalması oldu. Bunun anlamı, azgelişmiş ülkelerin, Avrupa Birliği ülkelerinden aynı miktarda sanayi ürünü ithalatı yapabilmek için Avrupa Birliği’ne ihraç ettikleri sanayi ürünü miktarını her yıl yüzde 2,2 artırmak durumunda oluşlarıydı (Somel, 2002). Yani, az gelişmiş ülkeler, sözgelimi 5 adet gömlek ithal edebilmek için 11 adet gömlek satmak durumundaydılar. Bunun emek açısından sonuçları kolayca tahmin edilebilirdi. Somel’in belirttiği gibi (2002), ithal ikameci sanayileşme, yabancı piyasalardan ziyade yerli piyasa için üretimi hedeflediğinden yerli sanayilerin ürünlerini satabilmek için emekçilerin ücretlerini sıkı bir şekilde bastırma eğiliminde değildi. Hâl böyle olunca üretimi azaltmak, gelirleri kısmak, işsizliği artırmak gerekmiyordu. Buna mukabil, dışa açılma ve ihracata dayalı büyüme dönemi tam tersi sonuçlara mecburen yol veriyordu. Çünkü, birçok azgelişmiş ülke, rekabetin oldukça yoğun olduğu alanlarda üretim yapıp bunları ihraç edebilmek için birbirleriyle kıyasıya mücadele etmek durumundaydı. Bu durum maliyetleri, dolayısıyla ücretleri düşürmeyi gerektiriyordu. İşsizliğin artırılması, ücretlerin bastırılmasında çalışanlara yönelik bir silah olarak kullanılıyordu. Erkan Erdil’in konuyla ilgili çalışması (2002) ücret ve maaşların millî gelir içindeki payının 1977’de yüzde 36,81 olan nispetinin 1990’da yüzde 13,90’a düşmesini göstermesi bakımından çarpıcıdır. İşsizliğin aynı yıllardaki oranları, bize, ücret ve maaşlardaki düşüşe paralel olarak işsizliğin de arttığını gösterecektir. Türkiye’de 1977 yılındaki işsizlik oranı yüzde 8,30 iken (Ansal vd., 2000: 14), 1990’da tarım dışı işsizlik oranı yüzde 13,3 olarak kaydedilmiştir (TÜSİAD; 2003: 184).

 

Türkiye’nin dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmesinde yeni bir evreye işaret eden finansal serbestleşme dönemi, diğer azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ulusal kambiyo rejiminin serbestleştirildiği, bağımsız para, döviz ve faiz politikası izleyebilme imkânlarından tümüyle feragat edildiği bir dönem oldu. Bu dönemde, finansal sermaye ve spekülâtif birikim tercihleri sanayi yatırımlarının hayli önüne geçti. Bu, bankacılık kesiminde olduğu gibi, reel üretim kesimlerinde de “rantiyer tipi spekülâtif birikim anlayışı”nın yükselmesi ve kısa dönemli finansal yatırım hesaplarının uzun dönemli reel sabit yatırımlarına göre önem kazanması anlamına geliyordu (Yeldan, 2001; 2002). Çünkü, kur istikrarsızlığı, reel faiz hadlerinin olağanüstü yüksekliği, yurt içi tasarruf yetmezliği, tüketimi teşvik eden iktisat politikaları gibi nedenler yatırımları caydırıcı bir rol oynuyordu. Netice, kamu yatırımlarının tasfiyesine yöneliş, istikrarsız döviz kuru ve yüksek faiz hadleri nedeniyle özel sektör yatırımlarından cayış oldu (Somel, 2003; 2001). Bu sonucun, işsizliğin kaçınılmaz yükselişinin nedeni olacağı açıktı. 1990’da yüzde 13,3 olan tarım dışı işsizlik oranı 2002’de yüzde 16,1’e fırladı.

 

Türkiye’nin dünya kapitalist sistemiyle eklemlenmesinin farklı evrelerinde giderek artan işsizlik oranı, geçim gailesinin sonuçlarını dramatik bir biçimde yaşayan emekçi sınıfları değişik arayışlara yöneltti. Emekçi, sosyal güvencelerden, haklardan yoksun bir biçimde çalışmaya, giderek daha çok mecbur oldu. Herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıt olmaksızın çalışmak durumunda olanların sayısı, DİE’nin 2002 yılı IV. Dönem Hane Halkı İşgücü Anketlerine göre, 10 milyon 823 bin kişiye çıktı. Ülkü Selçuk’un aktardığına göre (2002: 44) Türkiye’de kaçak olarak çalışan yabancı işçilerin sayısı 1 milyonu aştı. Yerli ve yabancı kaçak işçi sayısının ülke nüfusuna oranı ise yüzde 8’i buldu.

 

Bunun yanında, “görünüşte işçi olan işsizler” türemeye başladı. Ahmet Alpay Dikmen’in Denizli ve İstanbul’da yaptığı saha araştırmaları, hem Türkiye’nin dünya kapitalizminin yeni hiyerarşisindeki durumunun acı sonuçlarını hem de işçi gibi görünen işsizlerin (buna belki ‘ücretsiz işçiler’ de diyebiliriz) hazin yaşantılarını göstermesi bakımından son derece çarpıcıdır. Dikmen’in saha araştırmalarına göre (2000), Denizli’de bir bornoz fabrikası pamuğu almakta, iplik yapmakta, ipliği boyayıp haşılladıktan6  sonra dokuyup kumaş haline getirmekte, bu kumaşı kesip bornoz olarak dikmekte, uluslararası marka ve fiyat etiketini bornoza yapıştırmakta, paketlemekte, önce İzmir limanına sonra ABD ve Avrupa’ya sevkıyatını yapmakta, bütün bunların karşılığında bornozun fiyat etiketinin üzerinde yazan tutarın sadece beşte birini almaktadır. Bu, küresel üretim sistemindeki hiyerarşide, merkezin yönlendirmesine bağlı hâle gelen üreticilerin her an işlerini kaybetme tehlikesiyle yaşamak zorunda olduklarına delâlet etmektedir. Zira, işsizlikle malûl başka azgelişmiş ülkelerin işçileri, sözgelimi Denizli’deki bornoz işçilerinden daha az ücretle, daha az hakla çalışmaya razı durumdadır. Beri yandan, Dikmen’in çalışması, Denizli fabrikalarındaki işçilerin aylarca ücret alamamalarına rağmen işlerine gidip çalışmaya devam ettiklerini ortaya koymaktadır. İşçinin ücret almaksızın çalışmaya devam etmesinin ya da işten ayrılmamasının sebebi, fabrikada verilen bedava öğle yemeğidir. Araştırmacı, işçilerin karınlarını iyice doyurduktan sonra, yanlarında getirdikleri poşetlere yiyecek doldurduklarını ve ailelerine götürdüklerini gözlemlemiştir (Dikmen, 2000: 300).

 

Tabloyu tamamlamak için ILO’ nun “çalışan yoksullar” olarak tanımladığı büyük kitlenin durumuna da değinmemiz gerekiyor. TÜRK-İŞ Araştırma Merkezi’nin 2003 yılı Haziran ayında yaptığı araştırmaya göre dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırı 1 milyar 376 milyon liradır. Aynı sayıda aile için asgarî gıda harcaması (yani açlık sınırı) ise, 452 milyon lira düzeyindedir (Gözcü, 2003). Türkiye’de asgarî ücretin 225 milyon 999 bin lira olduğu gözetilirse, 3 milyonu aşkın kayıtlı çalışanın yoksulluk sınırının yarısının bile altında ücretle çalışmaya mecbur bırakıldığı anlaşılır. Kayıtdışı sektörde ya da sosyal güvenceden yoksun bir biçimde asgarî ücretin de altında çalışmak zorunda olan milyonlar da buna eklenince, Türkiye’nin, sermaye ve devletin izlediği iktisadî ve siyasî stratejilerle dünya kapitalist sisteminde edindiği yerin işsizliği ve yoksulluğu hangi noktalara getirdiği az-çok tahmin edilebilir.

 

Devletin İşsizliğin Kara Tablosunun Oluşumundaki Rolü

Türkiye’nin dünya kapitalist sisteminin bugünkü biçimiyle bütünleşmesinin, ya da küreselleşme sürecine eklemlenmesinin neticesi olarak ortaya çıkan yukarıdaki işsizlik ve işsiz kalmaktansa açlığa, güvencesizliğe, aşırı bozuk çalışma koşullarına razı oluş tablosunda devletin pozisyonu nedir?

 

Bir görüşe göre, devlet dışarıdan (yabancı devletlerden, uluslararası sermaye kuruluşlarından) gelen baskılara diren(e)mediği için ana hatlarıyla tasviri yapılan tablonun zeminini hazırlayan iktisadî stratejileri ve bunların siyasî gereklerini ister istemez uygulamıştır.

 

Bu görüş, devlet iktidarının sınıf karakterini göz ardı ettiği için hatalıdır. Devlet, paşa gönlünün istediği sınıfların lehine davranan bir kurum değildir. Marx’ın belirttiği üzere (1978: 125) “devlet iktidarı havada asılı durmaz.” Kapitalist toplumda devlet ile sermaye arasında organik bir ilişki vardır ve devlet, sermaye birikiminin gereklerine göre hareket eder. Bundan dolayı, uluslararası sermaye kuruluşları hazırladıkları programları devlete zorla kabul ettiriyor değildir. Devlet, bu programları, sermaye birikiminin ve dünya kapitalizminin yeni evresinin gereklerini yerine getirebilmek için bilinçli ve istekli bir biçimde uygulamaktadır. Devletin bir bakanı 2003 yazında yaptığı bir açıklamada bu durumu bir cümleyle özetleyivermiştir. Siyasete girene kadar işadamı olan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye halkının IMF’ye gösterdiği büyük tepkiyi, başında bulunduğu partinin zayıflayan halk desteğini kuvvetlendirmek için kullanmak maksadıyla söylediği, “2004 yılından itibaren IMF ile ilişkileri keseceğiz” açıklaması ile ilgili olarak “Türkiye’nin yararına gördüğümüz için IMF’nin programlarını uygulamaya devam edeceğiz. IMF ile ilişkilerimizi koparmamız söz konusu değildir,” demiştir (Millî Gazete, 2003). Hem sermayedar hem de devlet adamı gibi iki kimliği bir arada taşıyan Unakıtan’ın “Türkiye’nin yararı” dediği şeyin Türkiye emekçilerinin değil, Türkiye hâkim sınıflarının yararı olduğu yeterince açıktır. Yukarıdaki sözler, devletin sermaye ve küresel kuruluşlarla kader birliği içinde olduğunu göstermektedir.

 

Ulus-devlet ile yerli sermaye, bunlarla gelişmiş ülkelerin devletleri ve uluslararası sermaye kuruluşları arasındaki ilişki tamamıyla sınıfsal çıkarlar üzerine kurulu ilişkilerdir. Cem Somel’in belirttiği gibi (2001: 23) “Azgelişmiş ülkelerin sermayedar, siyasetçi ve yüksek rütbeli bürokratları, gelişmiş ülkelerin hâkim zümreleriyle işbirliğini sınıfsal hâkimiyetlerinin devamı için bir teminat olarak görür.” Netice itibariyle ulus devlet, kamu yatırımlarını tasfiye ederken, finansal serbestleştirmenin önünü açan kanunlar yaparken, bağımsız para, döviz, ve faiz politikaların feragat ederken, “yapısal uyum programları”nı yürürlüğe koyarken, yurt içi gelir dağılımının aşırı bozulmasını koşullandıran politikaları icra eylerken, dış dayatmalara boyun eğiyor, yerli sermayenin isteklerini gönülsüzce yerine getiriyor değildir. Bilâkis, devlet, sermaye birikiminin gerekleri olan bu adımları can-ı gönülden atmaktadır. Öyleyse, emekçi sınıflar, kapkaranlık işsizlik ve buna paralel olarak gelişen can yakıcı yoksulluk tablosundan sadece ABD’yi, AB’yi, bu ülkelerde konuşlanan ulusötesi şirketleri, bu ülke ve şirketlerin hâkim olduğu IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşları sorumlu tutamazlar. Merkez ülkelerle, onların devlet ve sermayeleriyle kader birliği eden, çıkarları onlarla bir ve yan yana olan ulusal devlet ve yerel sermaye de yukarıda kısaca tasvir edilen işsizlik ve yoksulluk tablosunun yapıcılarından, yaratıcılarındandır. Bu durum, işçilerin, emperyalizme karşı ulusal devleti savunmalarının ekmek davası uğruna mücadeleyi önceleyeceğini savunan görüşün geçersizliğini işaretler. Devlet, sınıf karakteri değişmediği sürece emperyalist kuruluşlar tarafından hazırlanan programları uygulamaya devam edecek, sermayenin çıkarlarına göre davranmayı sürdürecektir.

 

Bir başka görüş, devletin emperyalist kuruluşlara ve yerli sermaye karşı direnemeyişini, onun gücünün küreselleşme olarak adlandırılan süreç içinde zayıflamış, bu nedenle de yetkilerini uluslararası kuruluşlara devretmiş olmasına bağlamaktadır. Bu görüşün sahipleri, bir önceki görüşte olduğu gibi devletin sınıf karakterini göz ardı etmelerinin yanı sıra, ulus-devletin yetkilerini devraldıkları iddia ettikleri uluslararası finans kuruluşlarının güçlerini ulus-devletlerin ta kendisinden aldıklarını gözden ırak tutarlar. James Petras’ın dikkati çektiği gibi (2002: 25, 33), uluslararası sermaye kuruluşlarının tüm üst düzey yöneticileri gelişmiş ülkelerin devletleri tarafından atandığı gibi, bu kurumların fonlarını sağlayan, kredi açma koşullarını, can alıcı politikalarının tümünü belirleyen de gelişmiş ülkelerin devletleridir. Bunun gibi, azgelişmiş ülkelerin devletleri de gücünden bir şey kaybetmiş değildir. Bu devletler uluslararası sermaye kuruluşlarının talepleri karşısında zayıfmış gibi görünmesine rağmen, bu taleplerin ulusal politikaya tahvilinde hayli güçlüdürler.

 

Diğer bir görüş ise, Türkiye’de ezelden beri güçlü olan hantal, bürokratik devletin, “kaçınılmaz bir süreç” olan küreselleşmenin gereklerini yerine getirmekte yeterince uygun ve hızlı davranmadığı, işsizliğin artışının bu nedenden kaynaklandığı kanaatindedir. Bu görüş, teknolojik gelişmeleri temel alarak küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğunu savunmakla daha baştan yanılgı içinde olmaya yazgılıdır. Çünkü, teknoloji, hiçbir zaman ve hiçbir biçimde kendiliğinden küreselleşmeye yol açmaz. Sungur Savran’ın yerinde saptamasıyla (2002: 244), uluslararası sermaye, 1979’dan itibaren başlattığı yeni liberal saldırısı çerçevesinde, meta, para ve sermaye akımlarını serbestleştirmeseydi, teknoloji, bu akımları kendiliğinden kolaylaştıramazdı. Öyle olsaydı IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar ile dünya kapitalist devletlerinin ticareti serbestleştirmek üzere ardışık toplantılar yapması gereksiz olurdu. Bu görüşün bir başka hatası, küreselleşmenin gereklerini hızlı bir biçimde yerine getirmenin ekonomiyi düzelteceğini, işsizliği azaltacağını sanmasıdır. Oysa Türkiye’nin ekonomisinin düzgün olmaması, buna paralel olarak işsizliğin aşırı artışı bizzat küreselleşme sürecinin “gereklerini” yerine getirmekten kaynaklanmaktadır. Beri yandan, gerekli hâllerde “15 günde 15 yasa” çıkarmayı başarabilen, işsizliği iyice büyüteceği gibi çalışma hayatını bariz bir biçimde kölelik düzenine çevirecek olan İş Kanunu Tasarısının çarçabuk geçebilmesi için gerekli iç tüzük değişikliklerini büyük bir el çabukluğuyla yapan Meclis’in ve öteki devlet kurumlarının ezelî hantallığından söz açmak da son derece hatalıdır.

 

Özetle, işsizliğin Türkiye’de ulaştığı boyutlar devletin “IMF dayatmalarına” diren(e)memesinden, küreselleşme olarak adlandırılan süreçte zayıf düşmesinden ya da bu sürece ayak uydurmakta yeterince hızlı davranamamasından kaynaklanmamaktadır. İşsizliğin ulaştığı aşırı boyutlar, devletin, uluslararası sermaye kuruluşlarının ve hâkim sınıfların programlarını can-ı gönülden, güçlü ve süratli bir şekilde uygulamasından kaynaklanmaktadır.

 

Türkiye’de İşsizlik Devlet ve Sermaye Açısından Neden Tehdit, Nasıl Fırsat?

Buraya kadar, işsizliğin sermayenin uluslararasılaşmanın yeni evresinin gerekli kıldığı politikaların bir sonucu olarak dünyada olduğu gibi Türkiye’de de had safhaya ulaştığını, bu sonucun gelişmiş ülkelerin devletlerinin, azgelişmiş ülke devletlerinin, ulus ötesi sermayenin ve yerli sermayenin organik ilişkilerinden kaynaklanan sınıfsal çıkarlara dayalı politikaların bir ürünü olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Şimdi Türkiye’de devlet ve sermayenin işsizliğin ulaştığı boyutları nasıl algıladığını ve bunu bir fırsat olarak nasıl değerlendirdiğini görmeye çalışalım.

 

Türkiye’de işsiz kitlelerin güçlü bir örgütlenme ve mücadele geleneği yoktur. Buna mukabil geçmişte ve günümüzde, dünyanın çeşitli ülkelerinde işsiz kitlelerin mevcut iktidarı tehdit eden örgütlenme ve eylem deneyimleri vardır. Sözgelimi, son dönemde Arjantin’de gelişen işsizler hareketi, sanayi işçilerinin üretimi durdurmalarıyla eşit sayılabilecek kadar etkili olabilmiştir (Petras, 2002: 211).7  Benzer başka örneklere günümüzde olduğu gibi tarihte de rastlanabilir.

 

Yurt ve dünyadaki gelişmeleri dikkatle takip eden Türkiye’nin hâkim sınıfları, aşırı işsizliğin sistemi tehdit eden örneklerinin bilincindedir. O nedenle, işsizliğin Türkiye’de yaptığı “patlama”dan kendi egemenliklerinin geleceği açısından endişe duymaktadırlar.

 

Sermayenin temsilcileri, bu endişelerini sıkça dile getirmektedirler. Örneğin, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan’ın, 5 Şubat 2003 günü Ankara’da düzenlediği basın toplantısında sarf ettiği sözler, bunu iyi bir biçimde gösterir. Özilhan, Başkanı olduğu kuruluş tarafından hazırlatılan Enflasyon ve Büyüme Dinamikleri başlıklı raporun tanıtım toplantısında Türkiye’de işsizliğin bütün zamanların en yüksek oranına ulaştığını belirterek “... işsizliğin ulaştığı boyutların açacağı sosyal yaralar, eğer gerekli önlemler alınmazsa, hükümeti, fazla uzak olmayan bir vadede, siyasal bir gelecek hesabı yapamaz hâle getirebilecektir. Ülkeyi ise bir girdaba sürükleyecektir,” demiştir (2003a: 2). Bir başka sermaye örgütü olan Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Refik Baydur da, 16 Nisan 2003’teki Ekonomik Sosyal Konsey toplantısında sermayenin aşırı işsizliğin yaratabileceği sosyal tehditten ne denli ürkmekte olduğunu bir cümleyle özetleyivermiştir. Baydur, toplantı sırasında Başbakana bakarak “ihtilâli ordular değil, işsizler yapar. Bu en büyük tehlike, bunu engelleyin,” diyebilmiştir (Boyacıoğlu, 2003).

               

Aslına bakılırsa, sermaye örgütlerinin temsilcilerinin dile getirdiği bu sözlerin ima ettiği şey, yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. İşsizler, toplumun ciddî bir çoğunluğunu oluşturmaya başladıklarında devlet ve sermayeyi doğrudan doğruya karşılarına alan kalkışmalara girişebilirler. Birbirinden çok farklı siyasal yönelişlere dönüşebilmek bakımından değişik ihtimalleri içinde barındıran bu türden kalkışmaların zemininin oluşması, sermaye düzenin sarsıntı geçirmesi, siyasetçilerin hal edilmesi8  anlamına gelebilir. Nitekim, TÜSİAD’ın Türkiye’de İşgücü Piyasası ve İşsizlik adlı raporu, daha giriş bölümünde 1933 Almanya’sını hatırlatmaktadır. Şöyle denilmektedir adı anılan raporun girişinde: “İşsizlik arttıkça ekonomik ve toplumsal sorunlar da giderek yoğunlaşır ve siyasal bunalımları besleyen bir ortam oluşur. … İçeride totaliter, dışarıda saldırgan akımlar iktidarı ele geçirebilir,” (TÜSİAD, 2003: 13).

 

Aşırı işsizliği sosyal bir tehdit olarak gören sermaye, yukarıda belirtildiği gibi, işsizliğin yok edilmesini istemez. Çünkü, Marx’ın belirttiği gibi (1986: 649-653), “Emekçi artı-nüfus”, kapitalist zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olmasının yanı sıra sermaye birikimin kaldıracıdır. Sermaye, “doğal nüfus artışının sağladığı kullanıma hazır emek-gücü miktarıyla yetinmez. O, rahatça at oynatabilmesi için bu doğal sınırların dışında yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını ister.” Çünkü bir yandan işçileri aşırı çalıştırarak yedek ordunun saflarını şişirirken, bir yandan da bu yedek orduyu çalışanlarla rekabete sokarak kendi diktası altına sokar.

 

Türkiye’nin sermaye sözcüleri, yakın dönemde yaptıkları açıklamalarla işsizliğin kendisine değil, aşırı oluşuna karşı çıktıklarını, makul bir işsizlik oranının kendileri açısından gerekli olduğunu açık bir şekilde vurgulamışlardır. Sözgelimi, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan Türkiye’de İşgücü Piyasası ve İşsizlik adlı raporun tanıtım toplantısında, hedefin, “işsizliği kabul edilebilir bir düzeye düşürebilmek” olması gerektiğini belirtmiştir (Özilhan, 2003b: 3).

 

Sermayenin, “kabul edilebilir bir düzeyde işsizlik”ten anladığı şeyin, işçilerle işsizler arasında, ücret ve sosyal haklar bakımından “tam rekabet” koşullarını yaratacak bir düzeyi anladığı bellidir. Fakat sermayenin aşırı işsizliği kabul edilebilir düzeye indirmek için adımlar atarken, bir yandan aşırı işsizliğin kendi egemenliğini tehlikeye sokma potansiyelini bertaraf etmek istediği bir yandan da işçilerle işsizler arasında “kıyasıya rekabet” yaratarak sömürüyü her bakımdan artırma sinsiliğini gösterdiği gözlerden ırak tutulmamalıdır.

 

Devlet ve sermaye, aşırı işsizliği, işçileri daha az ücrete, daha az hakka, her bakımdan daha kötü koşullarda çalışmaya razı etmek için bir koz olarak kullanır. Bu koşullarda çalışmaya amade olduğu varsayılan milyonlarca işsiz insan, işli insanlara gösterilerek eldeki işi korumanın bedelleri sıralanır. Tam zamanlı çalışma, ikramiye, yıllık izin, sosyal hak, iş güvencesi, çalışmayı kolaylaştıran iş ortamları gibi normal şeylerin anormal, lüks şeyler olduğu vaaz edilir. Beri yandan, aşırı işsizlik devletin sermayeye yeni kaynaklar aktarmasının da imkânı olarak değerlendirilir; “bir işçiye düzgün iş yaratmak için yatırım maliyetinin 99 milyar” olduğu, sermaye sözcüleri tarafından sürekli olarak dile getirilir (Dünya, 2003).

 

Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu dönem, bu söylenenler bakımından muazzam bir örnekler sunar. Örneğin, Hükûmet Sözcüsü Cemil Çiçek, 2003-2004 kamu toplu iş sözleşmelerinde 454 bin işçiye verilecek zam konusunda bütçe imkânları ile “asgarî ücretle çalışmaya amade” işsizlerin dikkate alınacağını belirtirken “Bugün çalışanların belki beş-on misli daha çalışmaya amade milyonlarca işsizin de olduğu hesaba katıl[malıdır]” demiştir (Milliyet, 2003). Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kamu işçilerine Hükümet tarafından önerilen sıfır zammı savunurken şunları söylemiştir: “ … sen şu anda işin var, çalışıyorsun. Bu ülkede 5 milyon resmî işsiz var. Bunları ne yapacağız?” (Star, 2003). TİSK Başkanı Refik Baydur, bu konuda Hükümet sözcülerinden de ileri giderek, “sıfır” zammı bile çok bulmuştur. “Sıfır zam tabiî ki olabilir, hatta eksi zam da olur,” diyen Baydur, “işçi sendikalarının artık çalışan işçiye daha çok gelir sağlamak yerine, istihdamın sürdürülmesine dikkat etmesi gerektiğini” buyurmuştur (Hürriyet, 2003b).

 

Sermaye ve devletin, aşırı işsizliği, ücretlerin bastırılması konusunda fırsat bilmesi işin bir yönüdür. Sermaye ve devlet, aşırı işsizliği, kelimenin tam anlamıyla bir “sermaye diktası” kurmak için de fırsat bilmektedir. Sermaye sözcülerinin aşırı işsizliğin tehdit edici boyutlarını dile getirdikleri toplantılarda, bundan kurtuluşun daha çok sömürü anlamına gelen ücret bastırması, hak gaspı ve devletin sermayeye kaynak aktarması yoluyla mümkün olduğunu dile getirmeleri bunu açıkça göstermektedir.

 

Meselâ, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan, 1 Mayıs İşçi Bayramında işsizlikle ilgili düzenlediği basın toplantısında işsizliğin “kabul edilebilir bir düzeye” indirilmesinin yollarını sıralarken şu önermeleri sıralamaktadır: özel sektör istihdam yaratması için devlet tarafından iktisadî ve hukukî yönlerden desteklenmelidir; işgücü maliyetleri düşürülmeli, vergi ve primler sermaye lehine azaltılmalı, kıdem tazminatı uygulaması, fazla mesai düzeni kaldırılmalıdır; iş güvencesi uygulamasından vazgeçilmelidir; yabancı sermayenin daha çok çekilebilmesi için gerekli yasal düzenlemeler gerçekleştirilmeli, yargıda ve bürokraside köklü reformlara gidilmelidir; IMF programları kararlı bir şekilde uygulanmalı, özelleştirmelere hız verilmeli, kamu istihdamı azaltılmalıdır; işsizler eğitilmeli, firmalar istihdama teşvik edilmelidir (Özilhan, 2003b).

 

Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu döneme bakıldığında, sermayenin aşırı işsizliğin kabul edilebilir bir düzeye indirilmesi için gündeme getirdiği önerilerin tamamının devlet tarafından adım adım uygulandığı görülür. 4773 Sayılı İş Güvencesi Yasasının, 4857 Sayılı İş Kanunun çıkarılmasıyla bertaraf edilmesi, bu kanun ile kıdem tazminatı uygulamasına son verilmesinin adımlarının atılması, fazla mesai düzeninin kaldırılması bu açıdan son derece çarpıcıdır. Bunun ilâve olarak Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunun 5 Haziran 2003’te yürürlüğe sokulması, işverenin vergi prim oranlarının azaltılması da aynı şekilde devletin sermaye stratejilerini uygulamakta ne denli kararlı, süratli ve güçlü olduğunun göstergesi sayılmalıdır.

 

Bu konuya biraz daha yakın bir plândan bakmak faydalı olur.

 

Önce, sermayenin “aşırı işsizliğin azaltılması amacıyla işgücü maliyetinin azaltılması için vergi ve primlerin sermaye lehine aşağıya çekilmesi” talebinin devlet tarafından nasıl yerine getirildiğine değinelim.

 

Sermayedarların işçiler için ödedikleri vergi ve prim oranları ne kadar azaltılırsa kâr oranı o kadar yükselir. Tersi durumda, yâni vergi ve prim oranlarının yükselmesi durumunda ise işgücü maliyetleri yükselir. Bu nedenle sermayedarlar çalıştırdıkları işçiler için ödedikleri vergi ve primlerin azaltılmasını isterler. Aşırı işsizlik, sermayenin bu isteği için iyi bir fırsat olur. Sermayedarlar istihdamı azaltmamak ya da artırmak için vergi ve prim oranlarının aşağı çekilmesinin zorunlu olduğunu dile getirirler. İşsizliğin Türkiye’de ulaştığı boyutlar sermaye kesimine böyle bir fırsat vermiş, devlet de sermayenin bu isteğini hızlı bir biçimde yerine getirmiştir. Maliye Bakanlığı yetkililerinin hazırlayıp hükümetin gerçekleştirdiği bir uygulamayla işverene yeni alacağı her işçi için 2 yıl süreyle vergi ve prim desteği sağlanmış, işverenin ödediği vergi yüzde 90 oranında azaltılmıştır (Haber Türk, 2003). Bu uygulama “işsizlikle mücadelede devletin fedakârlığı” diye sunulmaktadır. Oysa, bu uygulamayla, devlet işverenden alacağı vergiden yaptığı kesintiyi emekçilerden çıkartarak sermayeye kaynak aktarmakta, sermaye de işgücü maliyetlerini azaltarak kâr oranını yükseltmektedir.

 

Sermayenin “iş güvencesi uygulamasından vazgeçilmeli, kıdem tazminatı uygulaması, fazla mesai düzeni kaldırılmalıdır”, talebinin devlet tarafından nasıl yerine getirildiğini görelim.

 

Hatırlanacağı üzere İş Güvencesi Yasası, 3 Kasım 2002’de yapılan milletvekili erken seçimlerinin hemen öncesinde Meclis’ten geçmişti. Yasanın Meclis’ten geçişinde, ülkenin seçim arifesinde bulunması, hükümetin 3 partili bir koalisyon hükümeti olması, işçi sendikalarının az-çok kararlı bir tutum sergilemesi gibi faktörler rol oynamıştı. “Bu kadar işsizlik varken iş güvencesi mi olurmuş” diyen sermaye kesimi bütün çabalarına rağmen Yasanın Meclis’ten geçmesini önleyemediyse de yürürlülük tarihinin ertelenmesini sağlayabilmişti. Hesap, kazanılan zaman zarfında İş Güvencesi Yasasını akim bırakacak Yeni İş Kanununun çıkarılmasını sağlamaktı. Beklenen gerçekleşti ve tek başına iş başına gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin ilk icraatlarından biri 4857 Sayılı İş Kanunu Tasarısını yasalaştırmak oldu.

 

İş Kanunu, “Bu kadar işsizlik varken iş güvencesi mi olurmuş” diyen sermaye ile aynı dili konuşmaktadır. “Gerekçe” bölümünde (TÜRK-İŞ, 2003: 114) “işsizliğin evrensel boyutlarına” vurgu yapan Kanun, 18, 19, 21 ve 33. maddeleriyle (TÜRK-İŞ, 2003: 21-25, 33-35), İş Güvencesi Yasasını neredeyse tümüyle geçersizleştirmekte; az-çok iş güvencesine sahip olabilecek işçi sayısını en dip seviyeye indirmekte9 ; toplu işçi çıkarmayı normalleştirmektedir. Kanun, tıpkı sermayenin istediği gibi “fazla mesai düzeni”ne son vermektedir. Kanunun 41, 42 ve 63. maddeleri (TÜRK-İŞ, 2003: 48-50, 65-66), işçiye fazla mesai karşılığında, mesai ücreti değil “serbest zaman” (!) bahşetmekte, buna mukabil zorunlu nedenler ya da resmî tatiller nedeniyle oluşan “eksik çalışma”nın “telâfi çalışması” adı altında ücretsiz olarak kapatılmasını mümkün kılmaktadır. Kanun, “Gerekçe” bölümünde, tıpkı sermaye sözcüleri gibi, “kıdem tazminatı” uygulamasından şikâyet etmekte, kıdem tazminatı uygulamasının en kısa sürede tümüyle kaldırılması gerektiğini ima etmektedir.

 

Anlaşılabileceği üzere, 4857 Sayılı İş Kanunu, aşırı işsizlik gerekçesiyle, işçilerin köleler gibi çalıştırılabilmesinin hukukî ifadesi niteliğindedir. Kanun, işsizliğin yoğun olduğu bir ülkede, iş güvencesinin olamayacağını, fazla mesai ücreti ödenemeyeceğini, kıdem tazminatı uygulamasının söz konusu olamayacağını buyurmaktadır. Çünkü, güvencesiz, fazla mesai ücreti istemeden, kıdem tazminatı talebinde bulunmadan çalışmaya hazır olduğu varsayılan milyonlar kapıda beklemektedir!

 

Şimdi, sermayenin, sözümona işsizliğin azaltılması maksadıyla önerdiği “yabancı sermayenin daha çok çekilebilmesi için gerekli yasal düzenlemeler gerçekleştirilmelidir” talebine bakalım.

 

 

Yabancı sermayenin Türkiye (ve benzer konumdaki ülkelere) yatırım yapmasının belli başlı iki nedeni vardır. İlk neden düşük ücretlerdir. Türkiye’de ücretler, Avrupa Birliği ülkeleri, A.B.D., Japonya ile karşılaştırıldığında çok düşüktür. İkinci neden, çalışma yaşamına ilişkin düzenlemelerdeki yetersizlikler, işçilerin sosyal haklarının azlığı ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki engellerdir. Düşük ücret ve sosyal hak yetersizliği yabancı sermayenin yatırım yapması için cezbedici iki faktördür. Ücretler ve sosyal haklar ne kadar aşağı çekilirse yabancı sermaye o kadar çok yatırım yapar. Böylece, yabancı sermaye ve onunla işbirliği hâlindeki yerli sermaye sömürü oranlarını sürekli olarak artırır.

 

Türkiye’de yabancı sermayeli şirketlerin sayısı 2003 yılı itibarıyla 6 bin 205’tir. Bu şirketlerin 1 550’si imalat sanayiinde; 4 bin 475’i bankacılık, sigortacılık, finans gibi hizmetler sektöründe faaliyet göstermektedir. İmalat sanayiinde yabancı sermayenin toplam sermaye içindeki payı yüzde 58,90; hizmetler sektöründe yabancı sermayenin toplam sermaye içindeki payı yüzde 61,60’tır (Hazine Müsteşarlığı Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü, 2003: 54-55). Bu oranlar, Türkiye’nin yabancı sermaye için bir cazibe merkezi olduğunu göstermektedir.

 

Yabancı sermaye için işgücü maliyetleri bakımından bir cennet olan Türkiye’deki yasalar, yabancı sermayenin Türkiye’nin insan emeğinden ve kaynaklarından elde ettiği kârları dilediğince transfer etmesine yeterince imkân vermiyordu. Yabancı sermaye, serbestçe kaynak transferi yapabilmek için yasaların yeniden düzenlenmesini istiyor, gerekli yasal düzenlemelerin yapılması durumunda daha çok yatırım yapacağını, böylece reel sektörün güçleneceğini, finansal piyasaların canlanacağını, Türkiye’nin istikrara kavuşacağını, işsizlere yeni iş imkânları sağlanacağını propaganda ediyordu. Onunla işbirliği hâlindeki yerli sermaye de yabancı sermayenin bu propagandasını destekliyordu.

 

Yabancı sermayenin bu isteği, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Yabancı Sermaye Derneği, TÜSİAD, Türkiye İhracatçılar Meclisi, Reklâmcılar Derneği gibi sermaye örgütlerinin temsilcilerinin Hazine Müsteşarlığı’nda düzenledikleri “yönetişim çalıştayları”nda hazırlanan, Avrupa Birliği ve IMF gibi kuruluşlar tarafından çerçevesi çizilen Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu ile karşılandı. Devlet, küresel kuruluşlar, yabancı ve yerli sermayenin ortak ürünü olarak ortaya çıkan ve 5 Haziran 2003’te yasalaşan Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanununu, yabancı sermayenin kaynak transferini artırma işlevinin yanı sıra yatırım koşullarını da kolaylaştıran bir içeriğe sahiptir. Bu kanun, yabancı yatırımcıların Türkiye’deki faaliyetlerini kolaylaştırmakta, bu faaliyetlerden doğan net kâr, temettü, satış, tasfiye ve tazminat bedelleri, lisans, yönetim ve benzeri anlaşmalar karşılığında ödenecek meblağlar ile dış kredi, ana para ve faiz ödemelerini bankalar veya özel finans kurumları aracılığıyla yurt dışına serbestçe transferine imkân vermektedir (Dikmen, 2003; Dikmen ve Karahanoğulları, 2002).

 

Türkiye’nin imalat ve finans sektörünün yarısından çoğu üzerinde hâkimiyet kurmuş olan yabancı sermaye, kaynak transferinin önündeki kısmî engeller Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu aracılığıyla kaldırıldıktan sonra Türkiye’ye daha çok yatırım yapabilecektir. Yatırımların çoğaltılması için Türkiye’nin işli ve işsiz emekçileri arasında kıran kırana bir rekabet yaratılarak ücretlerin daha da aşağıya çekilmesi şart koşulacak, sosyal hakları iyice budayan 4857 Sayılı İş Kanununun işçilerin köleler gibi çalıştırılabilmesine imkân veren düzenlemelerinden sonuna kadar yararlanılacaktır. Bu açıdan bakıldığında, işsizliği kabul edilebilir bir düzeye indirmek hedefiyle “yabancı sermayenin daha çok çekilebilmesi için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirilmenin” şart olduğunu ileri sürmenin nedeninin, aşırı işsizliği fırsat bilerek emekçileri sefalet ücretlerine razı etmek, böylece sömürü oranlarını artırmak olduğu anlaşılabilir.

 

Sermayenin, işsizliğin kabul edilebilir bir düzeye indirilmesi için “özelleştirmelere hız verilmesi” isteğine göz atalım.

 

Türkiye’de yerli ve yabancı sermaye ile küresel kuruluşların istediği doğrultusunda devlet tarafından yapılan özelleştirmelerin diğer acı sonuçlarının yanında işsizliğe de yol açtığı açık bir gerçektir. Nitekim, devletin bir bakanı bu gerçeği ironik bir biçimde dile getirmekte, özelleştirme kapsamındaki kuruluşlarda çalışan işçilere “Eyvah, biz ne olacağız diye düşünmeyin. Eğer bir çalışan kendine, bilgisine, tecrübesine güveniyorsa, hiçbir zaman açıkta kalmaz. ... her yerde iş var,” diyebilmektedir (Cumhuriyet, 2003). Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, bu sözleriyle özelleştiren kurumlarda çalışanların işlerinden edileceklerini açıkça belirtip işsizliği insanı gülümseten bir şekilde savunurken sermayenin daha çok özelleştirmenin daha çok istihdam yaratacağını ileri sürmesinin mantığı nedir? Buradaki maksadın ücret bakımından özel sektöre göre genellikle daha iyi durumda olan, kazanılmış sosyal haklara sahip, sendikalarda örgütlü kamu işçiliğinin tasfiyesi olduğu nettir. Dikkat edilirse sermaye sözcüleri özelleştirmelere hız verilmesini isterken kamu personelinin azaltılmasını, giderek ortadan kaldırılmasını da dillendirmektedir. Özelleştirmeler tamamlanıp, kamu işçiliği ortadan kaldırılınca sermaye kesimi bir “kötü emsâl”den kurtulacak, böylece sendikasızlık, güvencesizlik, sosyal haksızlık, düşük ücretlilik normalleştirilecektir. Özelleştirilen kamu işletmelerinde, çok daha düşük ücretle, sosyal haklardan mahrum bir şekilde, sendika istemeden çalışmaya hazır binlerce kişinin sırada bekliyor oluşu, bu normalleştirmede önemli bir koz olarak kullanılacaktır.

 

Sermayenin, işsizliğin kabul edilebilir bir düzeye çekilmesi için öne sürdüğü “işsizler eğitilmeli, firmalar istihdama teşvik edilmeli” talebini irdeleyelim.

 

Ülkü Selçuk’un yetkin çalışması (2002), Dünya Bankası, Ford Vakfı gibi kuruluşların işsizlere meslekî beceri eğitimi kazandırma faaliyetine odaklanmış örgütlenmeleri desteklediğini göstermektedir. Sözleşme, alt-sözleşme yoluyla üretim sürecinin bölünmesini destekleyen, hatta devlet ihalesi kazanan büyük kuruluşlara ihalenin bir kısmını alt sözleşmelerle küçük firmalara aktarma yükümlülüğü getiren Dünya Bankası gibi kuruluşların buradaki maksadı açıktır: İşsizler asgarî bir eğitime tâbi tutularak taşeron işletmelerde genellikle kayıt dışı olarak istihdam edilecek, böylece hem işlerinin bir kısmını alt-sözleşmelerle küçük firmalara yaptıran büyük firmalar hem de taşeron olarak çalışan küçük firmalar son derece ucuz olan eğitilmiş işsizlerin sömürüsünden yararlanacaktır. “İşsizlerin eğitilmesi ve firmaların istihdama teşvik edilmesi” uygulaması dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de yaşama geçirilmektedir. Hürriyet gazetesinin 16 Şubat 2003 tarihli nüshasının manşetinde yer alan “İşçi Alana 300 Dolar” başlıklı manşet (Özdemir, 2003) bize bu konuda bazı bilgiler vermektedir. Habere göre, Türkiye İş Kurumu, işsizlere meslekî eğitim verip işe alacak işyerlerine ve önerdiği meslekî eğitimle yüzde 50 istihdam garantileyen özel eğitim kurumlarına 22,2 milyon dolarlık eğitim desteği yapacaktır. Bu paranın çoğu Dünya Bankası tarafından sağlanmıştır. Bu destekle 2004 yılı sonuna kadar 32 bin işsize meslekî eğitim verilmesi hedeflenmektedir. Bu, 32 bin işsizin Dünya Bankası ve devlet tarafından sağlanan kaynaklarla asgarî bir eğitime tâbi tutulduktan sonra muazzam bir sömürü kaynağı olarak sermayenin emri altına verilmesi anlamına gelecektir.

 

Toparlayacak olursak, sermayenin işsizliği azaltmak üzere önerdiği, devletin de harfiyen ve süratle yaşama geçirdiği öneriler, en düşük ücretli iş, sendikasız işletme, sosyal hakları tasfiye edilmiş kurum, sosyal güvenliğin adının bile anılmadığı fabrika anlamına gelmektedir. Devlet ve sermaye ücretleri düşürürken, işletmeleri sendikasızlaştırırken, kurumların sosyal haklarını tasfiye ederken, sosyal güvenliği fabrikaların arka kapısından dışarı çıkarırken örgütsüz işsizler ordusunu örgütlülükleri yara almış, dağınıklaşmış işçiler ordusuna karşı kullanmaktadır. Devlet ve sermaye aşırı işsizliğin yaratabileceği sosyal tehlikeleri bertaraf ederek, işçiliği düpedüz köleliğe çevirerek bu savaşın galibi olmayı hedeflemekte ve hedefine adım adım ilerlemektedir.

 

Sonuç 

Bu çalışmada, işsizliğin dünyada ve yurtta had safhaya ulaştığını rakamlara dayanarak ortaya koymaya çalıştık. Aşırı işsizliğin devlet ve sermayenin küreselleşme sürecine eklemlenmeye dönük iktisadî ve siyasî stratejilerinin bir ürünü olduğunu belirtmeye gayret ettik. Bu bağlamda, hâkim sınıflar ile devlet arasındaki ilişkinin nasıl kavranması gerektiği üzerinde durduk. İşsizliğin kara tablosunun yaratıcısı olarak gördüğümüz sermaye ve devletin aşırı işsizliği bir yandan sosyal tehdit unsuru olarak algılarken bir yandan da onun yarattığı imkânlardan sonuna kadar yararlanmak için fırsat olarak değerlendirdiğini vurguladık. Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu dönemde sermaye ve devletin aşırı işsizlik kozunu nasıl kendi lehine kullanmaya yöneldiğini bazı somut örneklerle göstermeyi denedik.

 

Sermaye ve devletin işsizlik kozunu kullanarak işçi sınıfının haklarını birer birer yok etmeye yönelmesine ve bu yönelişte kimi önemli adımlar atmasına bakarak işsizliğin bütünüyle sermaye lehine olduğu düşünülebilir. Bu düşünce bazı somut dayanakları olması nedeniyle ilk bakışta doğru da görünebilir. Fakat, kaybedilecek bir işi bile olmayan işsizler bilinçli bir şekilde örgütlendiklerinde sistemi alt-üst edebilecek bir toplumsal hareket yaratabilir; bu yolla devlet ve sermayeye taleplerini kabul ettirebilir; çalışan işçilerle kuracakları ittifakla işçi hak ve ücretlerinin yükseltilmesine katkı sağlayabilirler. Arjantinli örgütlü işsizlerin 1996’dan bu yana bazen düş kırıklıklarıyla bazen de önemli başarılarla ilerlettikleri örgütlenme ve eylem deneyimleri bu bakımdan dikkate değerdir. James Petras’ın, Arjantinli örgütlü işsizler üzerine yaptığı parlak değerlendirme (2002: 200-212), işsizlerin, sistemi durdurmak bakımından üretim sürecinde stratejik bir konuma sahip olan sanayi işçileri kadar etkili olabildiklerini göstermektedir. Arjantinli işsizler, ülkenin büyük kentleri arasındaki anayollar ile, başka ülkelere mal ve yolcu taşıyan bağlantı yollarını keserek hem üretimi hem de ülke içi ve dışı mal dolaşımını felç ederek işçilerin şalter indirmesi kadar etkili eylemler yapabilmekte; bu güçleri sayesinde öne sürdükleri taleplerini devlet ve sermayeye kabul ettirebilmekte; sendikal kesimlerle birlikte ülke çapında genel grev örgütlenmesine katılabilmektedirler. İşsizler hareketi büyüyüp taleplerini kabul ettirdikçe başka toplumsal kesimlerin desteğini almakta; bu destek, hareketi hem moral hem de etki gücü bakımından daha başarılı kılmaktadır.

 

Türkiye’de işsizlerin güçlü bir örgütlenme ve mücadele geleneği bulunmamaktadır. Türkiyeli işsizler, işsizliğin acılarını akrabalar arası dayanışmayla, “beterin beteri var” tevekkülüyle, kapağı yurt dışına atma hayalleriyle aşmaya çalışmaktadırlar. Emek örgütleri (sendikalar, meslekî örgütlenmeler ve emekten yana partiler) ise, işsizlerin örgütlenmesinin zor olduğu , toplu eylemlere yatkın olmadıkları gibi gerekçe ya da bahanelerle işsiz işçileri örgütlemek için yeterince istekli ve azimli davranmamaktadırlar. Oysa, deneyimler, işsiz işçilerin meşakkatli yollardan geçilerek de olsa örgütlenebileceklerini, toplu eylemler gerçekleştirebileceklerini, bu eylemleriyle sistemi kilitleyebileceklerini, böylece taleplerini devlet ve sermayeye kabul ettirebileceklerini, çalışan işçilerle ortak hareket ederek işçi sınıfının sosyal hak ve ücretlerinin yükselmesine katkıda bulunabileceklerini göstermektedir. Mesele, işsiz işçilerin taşıdığı büyük potansiyeli görebilmekte, bu potansiyeli örgütlü bir biçimde harekete geçirebilmekte, sermaye ve devletin çalışan işçilere karşı düşman ordusu olarak kullanmaya çalıştığı işsizleri çalışan işçilerin müttefik ordusu hâline getirmektedir. Bu, mümkün olduğu kadar gereklidir de.

 

Kaynaklar: 

Ansal, Hacer vd. (2000) Türkiye Emek Piyasasının Yapısı ve İşsizlik, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.

Boyacıoğlu, Hacer (2003) “İşveren: İşsizliği Engelleyin”, Cumhuriyet: 17 Nisan.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (2002) Çalışma Hayatı İstatistikleri 2001, Ankara: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı.

Cumhuriyet (2003) “Özel Sektörde İş Var”, Cumhuriyet:18 Nisan.

Dikmen, Ahmet Alpay (2000) “Küresel Üretim, Moda Ekonomileri ve Yeni Dünya Hiyerarşisi”, Toplum ve Bilim, 86: 281-302.

Dikmen, Ahmet Alpay (2003) “Sermayenin Vatanı Var, Emeğin Devleti Yok!”, Evrensel: 11 Haziran.

Dikmen, Ahmet Alpay ve Onur Karahanoğulları (2002) “Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanun Tasarısı Hakkında Değerlendirme”, TES-İŞ Dergisi, No: 3: 62-69.

Dünya (2003) “TİSK: 1 İşçiye 99 Milyar Yatırım”, Dünya: 17 Nisan.

Erdil, Erkan (2002) “İhracata Dayalı Büyüme Stratejileri ve Emek Piyasaları” TES-İŞ Dergisi, No: 4: 30-34.

Gözcü (2003) “Yoksulluk Sınırı 1.4 Milyara Çıktı!”, Gözcü: 25 Haziran.

Hazine Müsteşarlığı Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü (2003) Yabancı Sermaye Raporu 2002, Ankara: Hazine Müsteşarlığı Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü.

Haber Türk, (2003) “İstihdama Büyük Teşvik”, Haber Türk: 22 Nisan.

Hürriyet (2003a) “Özelleştirme İşsizlerine 16 Trilyon”, Hürriyet: 23 Nisan.

Hürriyet (2003b) “TİSK: Devlet İşçisine ‘Eksi Zam’ Bile Olur”, Hürriyet: 21 Haziran.

ILO (2003) New ILO Report on Global Employment Trends 2003, Geneva: ILO.

Kenar, Necdet (2001) “Dünyada ve Türkiye’de İşsizlik”, TES-İŞ Dergisi, No: 4: 20-26.

Marx, Karl (1978) The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, Peking: Foreign Languages.

Marx, Karl (1986) Kapital-Birinci Kitap, çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol.

Millî Gazete (2003) Bakan Unakıtan: IMF ile İlişkileri Koparmamız Söz Konusu Değil”, Millî Gazete: 23 Haziran.

Milliyet (2003) “İşçiye Zam Yapılırken, İşsiz de Hesaba Katılır”, Milliyet: 19 Haziran.

Özdemir, Sadi (2003) “İşçi Alana 300 Dolar”, Hürriyet: 16 Şubat.

Özilhan, Tuncay (2003a) “Enflasyon ve Büyüme Dinamikleri Raporu Tanıtım Konuşması”, Ankara: TÜSİAD.

Özilhan, Tuncay (2003b) “Türkiye’de İşgücü Piyasası ve İşsizlik Raporu Tanıtım Konuşması”, İstanbul: TÜSİAD.

Petras, James (2002) Küreselleşme ve Direniş, İstanbul: Cosmopolitik.

Savran, Sungur (2002) “ ‘Alternatif Küreselleşme’ mi, Proleter Enternasyonalizmi mi: İmparatorluk’a Reddiye”, Praksis, 2 (7): 225-266.

Selçuk, F. Ülkü (2002) Örgütsüzlerin Örgütlenmesi: Enformal Sektörde İşçi Örgütleri, İstanbul: Atölye.

Somel, Cem (2001) “Yoksulluk Kader Değil Siyasettir” TES-İŞ Dergisi, No: 5: 21-26.

Somel, Cem (2002) “İhracata Dayalı Büyüme: Tarihsel Bir Bakış” TES-İŞ Dergisi, No: 4: 24-29.

Somel, Cem (2003) “Uluslararası İşbölümü ve Uluslararası Hiyerarşi”, KİGEM’in “Liberal Reformlar ve Devlet” Sempozyumuna Sunulan Tebliğ, Ankara: 19 Nisan.

Star (2003) “İşçi Eylem İçin Hazırlanıyor”, Star: 23 Haziran.

Tozan, Celal (2002) İş Güvencesi, Ankara: TES-İŞ Eğitim Yayınları.

TÜBA (2003) “IMF ve Dünya Bankası Destekli Özelleştirme ve Bunun Çalışanlar Üzerindeki Etkisi –I”, TÜBA İşçi ve Çalışma Bülteni, No: 1420: 3-7.

TÜRK-İŞ (2003) 4857 Sayılı İş Kanunu ve Gerekçesi, Ankara: TÜRK-İŞ.

TÜSİAD (2003) Türkiye’de İşgücü Piyasası ve İşsizlik, İstanbul.

Yeldan, Erinç (2001) Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi: Bölüşüm, Birikim ve Büyüme, İstanbul: İletişim.

Yeldan, Erinç (2002) “Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler”, Praksis 2 (7): 19-34.

 

 Yazimi önceden okuyarak çok yararlandigim elestiri ve önerilerini ileten Mustafa Sener’e tesekkür ederim. Kusurlar, elbette bana ait.1


Cem Somel’in yoksulluk konusunda sorduğu sorunun bir benzeri. Somel (2001: 21), “Yoksul olmayanlar neden yoksulluğu tartışmaya, araştırmaya başlamıştır?” diye sormaktadır.2


 Asiri issizligin hüküm sürdügü kosullarda gelecekte isgücüne katilacak nüfusun tamaminin istihdam edilmesi beklenemez. Bunlarin önemlice bir kismi issizler ordusuna katilacaktir.3


Türkiye, bagimsiz-demokratik bir emekçi iktidari altinda 20 yilda büyük ilerlemeler kaydedebilir, iktisadî, sosyal ve kültürel bakimlardan kalkinabilir, issizlik belâsini önemli oranda yenebilirdi. Bu nedenle, sermaye iktidari altinda küresellesme sürecine eklemlenme gayretleriyle geçen yillari emekçiler açisndan “kayip yillar” olarak degerlendirmek gerekiyor. Bu vurgu, hiçbir sekilde Türkiye’nin 20 yil öncesinden geriye dönük dönemlerinin kayip dönemler olmadigini ima etmiyor.4


DİE’nin 2202’nin son 3 ayına ilişkin veriler için bkz. http://www.die.gov.tr5


‘Haşıllamak’: Dokumayı unlu veya çirişli sıvıya batırmak.6


Arjantin’de işsiz kitlelerin örgütlenme ve eylem deneyimini “Sonuç” bölümünde kısaca aktarmaya çalışacağız.7


 ‘Hal etmek’: Tahttan indirmek.8


 4773 Sayılı İş Güvencesi Yasası, işçiyi, iş akdinin haksız feshine karşı bir ölçüde koruyor; hizmet akdinin sona erdirilmesinin mutlaka geçerli bir nedene dayandırılmasını şart koşuyor; toplu işten çıkarmayı bir ölçüde zorlaştırıyor; en az 10 ve daha fazla işçi çalıştıran tüm sanayi ve ticaret işyerlerini kapsıyordu (Tozan, 2002). Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre (2002), 2001 yılı içinde özel sektörde 1-9 kişi istihdam eden kurumlarda çalışan 958 bin 183 işçi çalıyordu. Dolayısıyla özel sektörde iş güvencesinden yararlanamayacak işçi sayısı 958 bin 183 idi. 4857 Sayılı İş Kanunu, iş güvencesinin 30 ve daha fazla sayıda işçi çalıştıran işletmelerde geçerli olacağını hükme bağladı. Böylece, özel sektörde iş güvencesinden yararlanabilecek işçi sayısı (Çalışma Bakanlığı istatistiklerinden yaptığımız hesaplamaya göre) 2 milyon 823 bin 676’dan 1 milyon 588 bin 31’e düştü. 9