TMSF de "özelleştirme" gibi satarsa...

Mustafa Karaalioğlu

Yeni Şafak/23.06.2004

 

Ankara 10. İdare Mahkemesi TÜPRAŞ'ın satışını durduran bir karar almıştı. Özelleştirme İdaresi bu karara itiraz etti ve yürütmenin durdurulmasının durdurulmasını istedi ama Danıştay bu istemi reddetti. Yani, yılın en büyük özelleştirmesinin önü kalın duvarlarla kapatıldı. Eğer, nihai karar da bu yönde verilecek olursa yüzde 65.76'sı 1 milyar 302 milyon dolara satılan TÜPRAŞ yine devletin elinde kalacak.

 

Sadece bu satımda yaşanan sürecin anlamı TÜPRAŞ'ın satılamaması değil, aslında Türkiye'nin özelleştirme yapamamasıdır. Yargı, özelleştirmenin önünü tıkamaktadır ama sorumluluk sadece mahkemelerde de değildir. Türkiye kamuoyunun özelleştirme konusundaki yanlış şartlandırılması nedeniyle, iptal edilen her satış insanlarda gizliden gizliye sevinç yaratmaktadır. ANAP'lı yıllarda başlayan ve yine o yıllarda itibarsızlaşan özelleştirme, akıllara "peşkeş"ten başka bir şey getirmemektedir. Devlet bir şey satıyorsa bunun mutlaka ucuza gittiği kanaati her kesime yerleşmiştir.

 

Böyle olduğu için de herkes, satılacak tesislerin arazi ve bina değerine odaklanmakta makinaların piyasa değerleri araştırılmaktadır. Oysa, dünyada hiçbir ülke özelleştirmesini bu mantık üzerinden yapmamıştır. Çünkü, özelleştirme demek, arazi ve bina satmak değildir.

 

Temel parametre devletin işletmeci olmayacağı ve bunun her zaman piyasaya göre verimsiz ve kârsız olduğudur. İşlerin özel sektör eliyle yapılması modern ekonomilerin bir gereğidir ve bu yapılırken de araziden, binadan cimrilik yapmak yanlıştır. Çünkü zaten, devletin elinde; özellikle de Türkiye devletinin elindeki araziler neredeyse sınırsızdır. Üretim yapan, istihdam alanını genişletenler oldukça, bu imkanların devlet tarafından gönüllü olarak özele açılması lazımdır.

 

Ayrıca satılan devlet kuruluşları alıcıları tarafından işletilmek zorundadır. Bu da istihdam, verimlilik ve vergi demektir. Bütün katma değer ülke içinde kalacak ve kazanan ülke ekonomisi olacaktır. Kamuya ait yüzlerce tesis var ki, hiçbir bedel alınmadan bile özele devredildiğinde, sadece bu ekonomik katma değer avantajı nedeniyle ülke daha çok kâr edebilecektir.

 

Özelleştirmeye hiçbir zaman bu mantıkla yaklaşmadığımız için her satış beraberinde komplo teorilerini ve peşkeş edebiyatını getirmektedir. Kimin ne kazanacağı sorusu, o tesisin devlet elinde olmasından kaynaklanan kayıpları gölgede bırakmaktadır. Satışları durdurmak, engellemek veya geciktirmenin ekonomiye maliyeti hesaplanmamaktadır.

 

Bu mantık o denli yerleşmiştir ki, yıllar önce tahminen 25-30 milyar dolar piyasa değerine sahipken satışı engellenen Telekom'un bugün 3-4 milyara gerilemiş olmasına bile akıl dışı bahaneler üretilmektedir. Kurumun yıllar içinde kâr ettiği ileri sürülerek, özelleştirilmiş olsa bu kârın kat kat üzerinde yatırım, istihdam ve vergi kazancı olacağı gerçeği örtbas edilmektedir.

Bütün Avrupa ve bütün eski Doğu Bloku ülkeleri, deyim yerindeyse "üçe beşe bakmadan" daha büyük hedeflere odaklanarak özelleştirmelerini birkaç ay içinde tamamlarken Türkiye'nin hâlâ yerinde saymasının nedeni bu dar bakış açısıdır.

 

Türkiye'nin önünde şimdi özelleştirmeye benzeyen bir başka konu bulunmaktadır. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun elinde bulunan ve batık bankaların borçlarına karşılık el konunan mal ve şirketlerin satışı da benzer bir sorunla yüzleşme potansiyeli taşımaktadır.

 

8-10 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilen ve her gün değer yitiren bu varlıklar da "peşkeş edebiyatı"na kurban edilecek olursa, sonuçta sıradan vatandaş kaybedecek ve aslında bu bankalar bir kez daha hortumlanmış olacaktır.

 

Şimdi yapılması gereken; bu malların fiyat limitlerini doğru bir şekilde kararlaştırdıktan sonra, hepsini birkaç ay içinde elden çıkaracak seri bir satış politikasını benimseyip devletin sırtındaki bu yükten bir an önce kurtulmaktır.

 

Halı pazarlığına girişmek, bu şirket ve malların uzun yıllar elde kalması ve sonuçta alıcı dahi bulunamadan heba olmasına yol açacaktır.