Artan saldırılar ve sendikacıların birleşik eylem çağrısı

 

A.Cihan Soylu

26.06.2005

Evrensel


Ülke düzeyindeki eylemleriyle özelleştirme saldırısını protesto eden Telekom işçi ve emekçileri, özelleştirme başta olmak üzere sermaye ve hükümetinin saldırılarına karşı birleşik direniş çağrısını yinelediler. AKP hükümetinin, Telekom, Tüpraş, Erdemir, Seydişehir Eti Alüminyum işletmelerini satmaya çalışarak İMF uşaklığı sürdürdüğünü, bunun vatan satıcılığıyla özdeş sayılması gerektiğini dile getirdiler.İşkolunda örgütlü sendikalar adına ‘ortak açıklama’yı yapan Haber-İş İstanbul 1. Nolu Şube Başkanı L. Dokuyucu, “Telekom işçisinin sesi Seydişehir işçisinin ve halkının, PETKİM, Tüpraş işçisinin, iş kazalarına karşı mücadele eden tersane işçilerinin, sendikalı sendikasız tüm sınıf kardeşlerimizin sesidir. İşçi sınıfının birleşik mücadelesini büyütmek, sermayenin saldırılarına karşı top yekün yanıt vermek tek seçenektir” diyerek, saldırıları püskürtmenin yoluna işaret etti.


23 Haziran tarihli Evrensel’deki açıklamasında, Çelik-İş Seydişehir Sube Başkanı Muharrem Oğuz ise, direniş sırasında sendika yönetimlerinin “destek” açıklamaları ötesinde somut bir dayanışmaya sahip olmadıkları üzerinde duruyor, kendi bakış açısından “yapılması gereken”e işaret ediyordu. Ona göre de, “Güçlü bir emek cephesinin alamayacağı hak, baş edemeyeceği sorun olamaz”dı! Oğuz, “bütün sorunlu olan işyerleri, nasıl Emek Platformu kuruluyorsa, örneğin 1 Mayıs birlikte kutlanıyorsa, özelleştirme karşıtı mücadele de birlikte olabilir”diyordu. Bunun da ancak “sendikaların, konfederasyonların birlikte hareket etmeleri”yle mümkün olduğuna işaret eden Oğuz, şube başkanı olarak kendisinin bunu sağlayabilecek güçte olmadığından da yakınarak söz ediyordu.


Sendikal çevreden gelen bir diğer “çağrı” Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın’a ait. Öztaşkın, sendikanın ‘Başkanlar Kurulu’ toplantısı öncesinde yaptığı açıklamada, Petrol-İş, Türk Metal ve Haber-İş’in “eylem birliği”ne işaret ederek, bu “birlikteliğin”, bütün sendikaları, emek örgütleri ve özelleştirme karşıtlarını kapsamasını ve “toplumsal direnişe dönüştürülmesi”ni istiyordu.


Sertleşen saldırılar ve birleşik mücadele zorunluluğu Üç ayrı işkolunda ‘örgütlü’ üç ayrı sendikanın değişik düzeylerdeki üç temsilcisinin açıklamasının birleştiği nokta olarak birleşik mücadelenin, saldırılara karşı tek çıkış yolu olduğu, emekçiler açısından toplumsal kabul görmüş durumdadır. Saldırının hedefindeki her bir işyeri, fabrika ve işletmenin işçileriyle sağlık ve eğitim başta olmak üzere “kamusal alan emekçileri”, birleşik bir direnişin; Öztaşkın’ın ifadesiyle “toplumsal bir direniş”in gerekliliğini, ayrı ayrı ve bazen de birlikte dile getiriyorlar. Ayrı ayrı ya da birlikte yapılan bu “çağrı”lar, hareketin dönemsel ihtiyaçları ve emekçilerin taleplerinin elde edilmesi için kesin bir zorunluluk gösteriyor.


Saldırıların özelleştirmeyle sınırlı olmadığı-kalmadığı ise, emekçiler açısından bir sır değil. Hergün, her yerde; çok yönlü ve çeşitli biçimlerde yaşanıyor. Erdoğan ve hükümeti, geçmiş tüm sermaye hükümetlerini de suçlayarak, bugüne kadar ve sermaye adına “çözülmemiş sorunları çözecek güç ve cesarete sahip olduklarını” kanıtlama çabasında. Dahası bunu, bir güç gösterisine de dönüştürmüş bulunuyor.


Politik-askeri ve sosyal-iktisadi alandaki sertleşen uygulamalar ve kapsamı genişletilen saldırılarla yalanlanmasına karşın, işbirlikçi burjuvazi ve hükümetinin demokratikleşme ve özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesi üzerine iki yüzlü propagandası devam ediyor. Erdoğan’ın Bush’un huzuruna kabulünden, ve “stratejik işbirliği”(bunu işbirlikçiler ‘ortaklık’ olarak okumayı tercih ediyorlar) üzerine açıklamalardan sonra, Amerikan işgal çetesi adına girişimler yoğunluk kazandı. Bunun kaçınılmaz sonuçları içerde ve dışarıda “sertlik politikaları”nın daha fazla öne çıkarılmasıdır. Son haftalarda dozu giderek yükseltilen saldırılar ve komşu ülkelere yönelik tehditvari açıklamalar bunu gösteriyor. Türkiye’de kişi başına “gelir”, Avrupa’nın 25 ülkesinin en alt sıralarında olmasına, 14 milyon kişi yoksulluk; ve milyonlarca emekçi açlık sınırında yaşamasına karşın silahlanmaya ek kaynak ayırmak bunu gösteriyor. Kent sokaklarını polis kameralarıyla donatmak, her tür muhalif hareketi kontrol ve baskı altında tutmak üzere casus uyduları projelerine girişmek, komşu ülkelere karşı Amerikancı gerginlik, şantaj ve şiddet politikalarını güçlendirmek üzere milyar dolarlar ayırmak, sermaye ve hükümetinin yürüdüğü-yürüyeceği yolu gösteriyor. Kürtlerin ulusal haklarını kullanma olanağı bulmalarını da sağlayacak bir demokratik siyasal sistemin kurulması yönündeki halk talebine verilen karşılık, şiddet ve inkar politikasının yoğunlaştırılmasıdır. Hükümet adına başbakan ve genelkurmay adına ikinci başkan Başbuğ,
 “yapılanların yapılmaya devam edileceğini” açıklamışlardır. Uygulama da buna yöneliktir. ‘Türk’ ve ‘Kürt’ aydınlarının yaptıkları “barış çağrısı”nın devlet ve hükümet açısından “görmezden-duymazdan gelme” dışında bir anlamı olmadığına işaret eden açıklamalar devam etmektedir. Sermaye basını bu açıklamaları “Apoya af istemi” olarak göstermeyi yeğlemiştir. “Silahların bırakılması” üzerine sürdürülen burjuva propagandasının ikiyüzlülük ve riyakarlıktan ibaret olduğu böylece bir kez daha görülmüştür. “Bölge”ye ‘askeri birlik kaydırma’ ve ‘askeri operasyonların alanını genişletme’, halkın tepkisini silahlı askeri birliklerle bastırma, “inkar ve yok sayma” temelli şiddet politikasında ısrarın sürdürüleceğini gösteriyor. Etrafı çevrilmiş kalabalık grupların sağ olarak yakalanması mümkün iken, topluca katledilmeleri, devletin “devletliği”ni gösterir bir diğer delildir. Ceza yasasındaki değişiklikler, “özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesi” üzerine söylenenlerin riyadan ibaret kaldığını ortaya koymuştur.


Sermaye sözcüleri “asgari ücretin yüksek olduğu” üzerine söylemi sürdürüyorlar. Kıdem tazminatının tavan sınırının düşürülmesi, çalışma süresi ve koşullarının kuralsızlaştırılması ve ücretler artırılmaksızın çalışma süresinin uzatılması, haftalık iki gün olan resmi tatilin bir güne indirilmesi vb yönündeki hazırlıklar devam ediyor. Sağlık ve eğitim alanında yeni saldırı yasaları uygulamaya kondu. Eğitim-Sen’in kapatılması yönündeki Yargıtay Kararı yürürlükten kaldırılmış değil. Doktorlara “mecbur-i iskan” getirildi. Bütün bunlar, ve burada sıralama gereği görmediğimiz başka birçok örnek, sermaye ve hükümetinin “gidiş istikameti”ni gösterir verileri oluşturuyor.


Önündeki engelleri aşarak birleşik mücadeleyi örgütleme zorunluluğu Yukarıda işaret edilen sendikacıların açıklamaları ve çağrıları, kuşkusuz bugünün somut olguları üzerinden şekillenmiştir. Bu çağrıların işaret ettikleri birleşik mücadele ihtiyacı, bir zorunluluk ilanı olarak da alınabilir. Birleşik mücadeleye ihtiyaçları artmıştır. Ama önünde ciddi engeller olduğu da bir diğer gerçektir. Sendikacı Muharrem Oğuz’un da işaret ettiği gibi, böylesine etkin ve genel bir mücadele için sendika merkezleriyle konfederasyonların, sözde kalan destek açıklamalarının ötesine geçen eylem ve mücadele birliği tutumu, gerekliliklerin en önemlilerinden biridir. Oysa sendika ve konfederasyon üst yöneticilerinin bu yönde samimi ve işçiden yana bir tutumlarından söz etmek için neden yoktur. Aksine onların, -tekil ve istisnai örnekler dışta tutulursa- sermayenin işçi hareketi içindeki görevlileri gibi çalıştıkları ve sendikaları işçilerin örgütlenme ve mücadele merkezleri olmaktan çıkarma pratiği içinde oldukları bir gerçektir. Bu durumda da, sermaye ve hükümetinin saldırılarına karış birleşik bir mücadele ve direnişin, ileri işçilerle bazı sendika temsilcileri ve şube yöneticilerinin sözünü ettikleri üzere örgütlenebilmesi, doğrudan doğruya işçi-emekçi taban hareketine dayanarak ancak gerçekleştirilebilir. Bunun için sorumluluğun en başta ileri işçi ve emekçilerle devrimci örgütlerinin üzerinde olduğu açıktır. Böylesi bir hareketin fabrika, işyeri, işletme, semt ve kurumlardan başlayarak geliştirilebileceği gerçeğin öteki yanıdır.


Bu yapılabilir mi? Ülkede yaşananlar, bir “toplumsal direniş”in sosyal dayanaklarının giderek daha görünür biçimde hareket halinde olduklarını, kendilerine yönelik tehlikelerin daha fazla arttığını gördüklerini ve bunu durdurmak istediklerini gösteriyor. SEKA işçileri, hükümet saldırısına fiili olarak direndiler. Erdemir işçileri “direneceklerini” söylüyorlar. Seydişehirliler Alüminyum işletmesinin yaşamları için önemini daha iyi anlamaya başladılar. İşyerleri ve fabrikalarının özelleştirmeler yoluyla uluslararası sermaye bağlantılı tekellere peşkeş çekilmesini emekçiler “vatanın satılması” olarak değerlendirirlerken, ‘bireysel çıkarlar’ ötesindeki gerçeklere işaret etmiş oluyorlar. Eğitim ve sağlık emekçileri, sendikal-politik taleplerle mücadeleyi yükseltme yönünde bir çaba içindeler. Kürt kentlerinde, saldırılara karşı halk öfkesi, denebilir ki yeniden sokaklara taştı. Panzerli polis birlikleri ve jandarma kuşatmasına karşın, taleplerinde ısrarlı olarak kitlesel gösteriler yapıyorlar.

 

Bütün bunlar, hala varlığını sürdüren olumsuzluklara ve ciddi engellere karşın, hareketin birleşik mücadeleye doğru geliştirilebilmesi için olanakların giderek arttığını gösteriyor. Kuşkusuz, bu yönlü çalışma olmaksızın, bunun kendiliğinden gerçekleşmeyeceği de bilinen bir diğer gerçektir.