Gerçeğin dayanılmaz gücü

 

Erol Çevikçe

Vatan 10.09.2005

 

Petrol İş Sendikası Başkanı'nın Tüpraş'ın özelleştirmesi ile ilgili sözleri, bana 1960'lardaki tartışmalarımızı anımsattı. O tarihlerde benim gibi, Devlet Planlama Teşkilatı'ndaki yurtseverler gibi her aydın için, Türkiye'nin kalkınmasının yani sanayileşmesinin tek yolu "merkezi planlama'ydı. Siyasete girdiğim 1970'lerde, parti için yazdığım bir raporda şunların altını çizmiştim: "Türkiye'de halkını beslemeyen, geleceğini hazırlayamayan bir ekonomik hastalık vardır. Bunun için bütün kesimleriyle ulusal ekonomiye yön veren bir planlama kaçınılmazdır. Temel araçlar ancak devlet, halk ve kooperatif sektörleri içinde geliştirilecektir."

Beş yıllık planların birincil hedefi, toplam tasarrufun ortalama yüzde 25'inin yatırımlara ayrılmasıydı. Dış kaynak kıtlığından, dışardan almak zorunda olduğumuz ham ve yarı ürün yatırım mallarını yurt içinde üretme politikası yani "ithal ikamesi" bir zorunluluktu. Demirel'in kapitalizme inancına karşın, bu politikanın en büyük taraftarlarından olduğunu belgeler gösteriyor. 1980'lerde Özal da, Planlama Müsteşarıyken birlikte uyguladıkları ithal ikamesinin doğru olduğunu, Demirel gibi hep savunmuştu. Gerçekten de kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT) enerji başta, petrol ürünleri ve metal gibi temel sanayiye en çok yatırım yaptığı dönem, 1950 öncesi CHP'den sonra 1960'lardaki Demirel'in başbakanlık dönemleridir.

Ancak, 1980'den başlayarak dünya, gelişme çağının en büyük değişim evresine girdi. Toplumsal, siyasal değişimler, insanlığın ve bireyin değer yargılarını altüst etti. Nesnel değişimleri, sanayinin beşiği olan çoğu Avrupa ülkesi bile izleyemedi. 1980'lerde ingiltere'de Başbakan Thatcher'ın "devleti sanayiden tasfiye etme ve kamu kuruluşlarını tümüyle özelleştirme" politikası, ekonomi ve politika tarihinin en ciddi tartışmasını başlattı. Doğu Bloku'nun çöküşü ise, herkesi arkasından sürüklendiği bir "tek kutuplu dünya" ve "küreselleşme" gerçeği ile karşı karşıya getirdi. Kalkınmak zorunda ve yoğun nüfusu olan ülkelerde uluslararası sermayenin, bugün ulaştığı boyut, insan beyninin ölçülerini aşmış durumda. Komünist denen Çin'e giren yabancı sermayenin bütün diğer ülkelerin toplamından fazla olduğu biliniyor. Artık Türkiye büyüklüğünde olup da, kamu tasarrufu ile yatırım yapabilen ülke kalmadı. O yüzden, merkezi planlamanın sözde var olduğu ülkelerde bile nereye, ne kadar ve ne tür yatırım yapılacağına, New York, Londra, Tokyo, İstanbul gibi borsalarda, sahipleri her gün değişen uluslararası sermaye karar veriyor.

Güçlü ülke olmanın tek yolu
Bu gelişme, 1980 sonrası Türkiye'de de, kendi gerçeğini dayattı. Ne Erdoğan, ne solcu Ecevit, ne onun son hükümetinin ortaklan sıkı milliyetçi Bahçeli ve sağcı Yılmaz ve ne de bugünkü muhalefet başkanlan bu konuda birbirinden farklı. Yer yer vatan hainliği suçlamasına varan tartışmaların gerçek nedeni ise oy kavgasından başka bir şey değil. Petrol-İş'in Başkanı gibi, bu trenin yolcularından iyi niyetli ve duygusal olanlar, hâlâ yıllar önce bindikleri istasyondaki tarihi çevreyi, gözlerinde yaşatmak için savaşıyor. Ama artık her istasyonda özelleşen ya da yok olanlar karşısında bu savaşım arkada kalıyor ve tren menziline hızla yol alıyor.

Türkiye için yabancı sermaye ve özelleştirme gerçeği artik ne egemenlik, ne ulusalcılık, ne de siyasal bir olgu. Gerçeği kendi ülkemizin yararına göre tanımlayıp, gereğini yapmanın en dürüst ve doğru yaklaşım olduğunu sorumlu herkes biliyor ama politik hesabına gelmediği için söylemiyor. Bunlar bugünün ekonomik dünyasında birer kalkınma aracıdır. Kabul edilmesi gereken somut gerçek, güçlü ülke olmanın tek yolu, ulusun gelir düzeyini yükseltmektir. Bu nedenle asıl olan, özelleştirmeyi de, yerlisi yabancısı iç içe geçmiş olan sermayeyi de bu yolda en etkin ve verimli şekilde yönlendirebilmektir.