Yabancıya cephe mi açalım doğru sistem
mi kuralım
Vahap Munyar
Hürriyetim
31.07.2005
TÜRKİYE
Gazeteciler Cemiyetinin (TGC) Dolmabahçe Sarayı bahçesindeki geleneksek 24
Temmuz (Bu yıl 25 Temmuz’da gerçekleşti) buluşmasında ekonomiden sorumlu
devlet eski bakanı Masum Türker’le konuşuyoruz:
‘Ben bir
hesap yaptırmıştım. Türkiye’ye gelen 15 milyar dolarlık doğrudan yabancı
sermaye, toplam 16 milyar dolar götürmüştü.’
Masum Türker
bu örneği anlatırken hemen kendi konumunu belirlemeyi ihmal etmedi:
‘Sakın yanlış anlaşılmasın. Ben yabancı sermayeye karşı değilim. Başbakan
Yardımcısı Abdüllatif Şener’in söylediği gibi yabancı sermayeye dönük bir
disiplinden yanayım.’
Türker sonrada Türkiye’nin yabancı sermaye çekmekten çok transfer
etmekte çıkarı olduğunu savundu: ‘Örneğin sadece Rusya’ya Türk
yatırımcıları tarafından 12 milyar dolarlık yatırım yapılmış. Türkiye’nin
geleceği bu tür yatırımlarda.’
Türker’in bu bakışına karşın Türkiye kaynak yetersizliğinden kıvranıyor.
Türk Telekom gibi dev özelleştirme ihalelleri de bu durumu ortaya
koyuyor. İhaleler ‘Parayı bastıran alır’ sistemiyle yapılınca yerli
sermaye son dönemlerde Körfez devlerinin karışısında ‘güçsüz’
kalıyor.
Bu yüzden Türk özel sektörü Erdemir ihalesinde dünya devlerinin
karşısına ‘güçbirliği’ yaparak çıkmayı deniyor.
Peki bu ortamda yabancı sermayeye karşı cephe açmak mı gerekiyor?
Yaşar Holding Başkan Yardımcısı eski hesap uzmanı Mehmet Aktaş böyle
bir cepheyi doğru bulmayanlar arasında yer alıyor: ‘Önemli olan yabancı
sermayenin uyacağı kuralları doğru düzenlemek. Türkiye’ye düşen kendi
sistemini dünyada üzerinde mutabakat sağlanmış kurallara göre oturtmaktır.’
Mehmet Aktaş, toplumun genelde yabancı sermayeye şirketlerin dışarıya
kár transferleri nedeniyle takıldığını belirtip uyarıyor:
‘Burada asıl önemli olan transfer fiyatlandırmasıdır. Diyelim ki bir
uluslararası grup Türkiye’deki bir şirketine dünyadaki diğer birimleri
üzerinden mal ve hizmet veriyor. Bu durumda o mal ve hizmetin fiyatını
istediği gibi belirleyebiliyor. Örneğin başkasına bire sattığını
Türkiye’deki kendi grup şirketine 3 katı, 4 katı fiyatla satabiliyor.
Böylece Türkiye’den dışarıya daha fazla kaynak transferi söz konusu oluyor.
Çünkü Türkiye’de bu konuda herhangi bir standart bulunmuyor.’
Mehmet Aktaş, ‘Uluslararası Transfer Fiyatlandırması ve Türk Vergi
Mevzuatında Uygulama Olanakları’ adlı kitabında da bu konuyu irdeliyor:
‘Dünya ticaretinin yüzde 60’ından fazlası çok
uluslu şirketler arasında gerçekleşiyor. Bu durum transfer
fiyatlandırmasının önemini daha iyi ortaya koyuyor.’
Aktaş’ın
kitabında bir de çarpıcı örnek yer alıyor:
‘ABD eski başkanlarından Bill Clinton 1992 başkanlık kampanyasında etkili
transfer fiyatlaması sistemi ve denetimleriyle 1993-1996 döneminde ABD
hazinesine 45 milyar dolar kaynak yaratmayı hedeflemiştir. Clinton transfer
fiyatlaması manipilasyonlarına karşı aktif mücadele gereğini vurgulamıştır.’
Aktaş kitabından aktardığı örnekten sonra şu öneriyi yapıyor: ‘OECD,
transfer fiyatlandırması konusunda ‘emsal bedel’ belirlemiştir. OECD
‘Ücüncü şahıs ya da kuruluşlara hangi fiyattan mal ve hizmet veriyorsan
grup şirketleri için de buna uy’ diyor. Türkiye’nin de bir an önce bu
konudaki kurallarını belirlemisi, en azından OECD örneğine uyması
gerekiyor.’
Aktaş’ın öneri ve uyarıları ışığında can alıcı soru üzerinde bir kere
daha düşünelim:
‘Yabancı sermayeye karşı cephe mi açalım yoksa doğru sistemi mi kuralım?’
Ne dersiniz? Sizin yanıtınız ne?
Hepsini
satacağımıza bağımsız yönetelim
TÜRK
Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) Ege cephesinin önderlerinden
Şinasi Ertanla, Pınar’ın 30’uncu kuruluş yıl dönümünde biraz dertleştik.
Şinasi Ertan özelleştirmeden yana kaygılarını dile getirdi:
‘Türk Telekom, TÜPRAŞ, Erdemir derken Türkiye elindeki tüm önemli
varlıkları ardarda satıyor. Bunlar bitince ne olacak?’
Ertan sonra düşündüğü formülü aktardı: ‘Bu kurumlar için bağımsız
yönetim modelleri oturtsak, bir de bu yöntemi denesek olmaz mı? Bence
Türkiye’de de artık bu tür şirketleri gayet başarılı yönetecek çok iyi
kadrolar var.’
Şinasi Ertan’ın kastettiği siyasi etkilerden uzak, tümüyle bağımsız
hareket edebilen ve gerçekten bağımsız belirlenebilen yönetim biçimiydi.
TÜRAŞ’ı Türk Telekom’u, Erdemir’i, Tekel’in
sigarasını, Petkim veya THY’yi böyle yönetmek mümkün mü?
Türkiye’de sizce böyle bir kültür oluştu mu? Bu soruya ‘evet’ yatını
vermek çok zor değil mi? |