ÖZTAŞKIN: 2821 VE 2822 SAYILI 12 EYLÜL YASALARININ

DEĞİŞTİRİLMESİ İÇİN BASKI GÜCÜ OLUŞTURALIM

 

Türkiye sendikal hareketinin önündeki en büyük engelleri oluşturan 2821 sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasalarının değiştirilmesi için AKP Hükümetin üç yıldan bu yana değişik taslaklar hazırladığını ancak bu taslakları Meclis gündemine getirmediğini belirten Genel Başkanımız Mustafa Öztaşkın, “Eğer biz sendikalar olarak bu yasaları sahiplenmezsek, bu yasaların değişmesi doğrultusunda talepte bulunmaz, bir baskı gücü oluşturmazsak, bu yasalar yine uzun süre değişmeyecektir” dedi.

 

Öztaşkın, Mersin Şubemizin Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “12 Eylül’ün izlerini en fazla taşıyan iki yasa var. Bunlardan biri 2821 sayılı Yasa diye tanımladığımız Sendikalar Yasası, diğeri de 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası. Bu iki yasa, sendikaları son derece bürokratik yapıya kavuşturan ve sendikacıları bir kalıba sokmayı hedefleyen yasalardır. Bu yasalar son derece yasakçıdır ve özgürlüklerden uzaktır. Bu yasalarla Türkiye sendikal hareketi bugüne kadar nasıl ayakta kaldı, gerçekten de ben bunu bir başarı olarak görüyorum. Hatta neredeyse mucize olarak görüyorum” diye konuştu. Öztaşkın, şöyle devam etti:

 

Tasarılar bir an önce yasalaşmalı

“Çünkü sendikalar yasaklanarak, kalıplara sokularak, özgürlüklerin önü kapatılarak kendilerini geliştiremezler. Kendilerinin bağımsız bir şekilde sorun çözme yeteneklerini geliştiremezler. Bu koşullarda sendikalar bağımsız olarak tespit ettikleri vizyon ve misyonların hayata geçiremezler, gerçekleştiremezler. Şimdi yeni sendikalar yasasında, toplu iş sözleşmesi grev ve lokavt yasasındaki değişiklikler sendikalara sunuldu ve şu anda bunlar tartışılıyor. Biz bu iki yasa tasarısındaki değişiklikleri Petrol-İş Sendikası olarak genel anlamda olumlu buluyoruz. Bu değişiklikleri destekliyoruz ve bir an önce bu tasarıların yasalaşmasını istiyoruz.”

 

Genel Başkanımız Mustafa Öztaşkın, Genel Kurul’a hitaben yaptığı konuşmada,  dünyadaki ve ülkemizdeki ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeleri değerlendirdi. AKP iktidarının uygulamalarını eleştiren Öztaşkın, Hükümeti emek karşıtı olmakla suçladı. Öztaşkın şöyle konuştu:

 

Emperyalistler coğrafyamızı yeniden yapılandırmaya çalışıyor

“Değerli arkadaşlar! Mersin şube genel kurulumuzun örgütümüze, siz çalışanlara,  Mersin’e hayırlı olmasını diliyorum. Hepinize Merkez Yönetim Kurulu adına sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Hepinizin bildiği gibi coğrafyamız yeniden şekillendiriliyor. Aslında dünyamız yeniden şekillendiriliyor ama ben kısaca coğrafyamızın şekillendirilmesine ilişkin bir  değerlendirme yapacağım. Bu, yeniden yapılandırma adı altında gerçekleştiriliyor ve tamamen gelişmiş ülke diye algıladığımız, emperyalist ülke diye tanımladığımız ülkelerin, - başta ABD olmak üzere- çıkarları doğrultusunda bir şekillendirme, yeniden yapılandırma söz konusu. Bu yeniden yapılandırma bazı ülkelerde olduğu gibi örneğin Irak’ta olduğu gibi, kafasına silah dayayarak yapılıyor. Kimi ülkelerde ise, bizim gibi ülkelerde ise IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile uygulanan ekonomik, sosyal ve siyasal politikalarla gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla bugün yeniden yapılandırma çevremiz ülkelerinde başta Irak olmak üzere İran, Suriye, Türkiye ve kuzey ülkeler Ukrayna’dan Gürcistan’a ve Afganistan’a kadar bir dizi ülke hatta bir ucu Kuzey Afrika’ya kadar dayanan ülkeler yeniden yapılandırma süreci içersinde...

 

Değerli arkadaşlar! Irak işgal edildi. Irak, Suudi Arabistan’dan sonra dünyada en çok petrol üretimine sahip olan bir ülkedir. Irak’ın enerji kaynaklarına el koymak için Irak işgal edildi. Şimdi Irak’ın işgalinden sonra, bölgemizdeki diğer ülkeler üzerine çeşitli oyunlar oynanıyor. Suriye, bununla beraber İran. İran’da sözde nükleer program adı altında, İran’ın nükleer programının geliştirmesine karşı çıkmak adına, nükleer tehdit oluşturuyor adı altında,  şimdi İran’a tehdit okları yöneltildi. Şimdi İran’ın işgalinin plan ve programları adım adım yapılmaktadır.

 

İran’a müdahaleye kesinlikle karşı çıkmalıyız

Değerli arkadaşlar! İran’ın işgaline, İran’a müdahaleye kesinlikle karşıyız. İran’a saldırılmasına, savaşın yeni merkezinin İran olmasına kesinlikle kaşı bir tavır koymak durumundayız. Bu konuda duyarlı davranmak durumundayız. Her şeye rağmen tabi ki savaşa karşıyız. Barış yanlısı politikaları destekliyoruz. Bölgemizde, ülkemizde ve dünyada barışın test edilmesi için mücadele ediyoruz. Bunun ötesinde İran’ın işgalinden sonra sıranın Türkiye’ye geleceği tartışmaları artık açık açık yapılmaktadır.

 

Irak işgal edilirken planın bir parçası Türkiye idi. Biz bunu çok daha önceden öngörmüştük. Ama bugün bu açık açık dillendirilmektedir. Hatta Karadeniz üzerine, yeni petrol rezervlerinin bulunduğu Karadeniz üzerine çok ciddi bir oyun oynanmaktadır. Sözde NATO ülkelerinin zirvesi adı altında Karadeniz’e Amerikan gemilerinin sokulması noktasında, tüm Türkiye üzerinde çok ciddi bir oyun oynanmaktadır. Türkiye’ye bir müdahale ve yaptırım hazırlıkları yavaş yavaş kendini belli etmektedir.

 

Türkiye de ABD’nin hedefleri arasında

Dolayısıyla olay sadece bir Irak işgali değildir, İran’ın işgali değildir, Suriye’nin değildir. Bu plan ve program içersinde Türkiye de vardır. Zengin madenleriyle örneğin, boruyla, suyuyla, diğer enerji kaynaklarıyla Türkiye de bu program içerisindedir. Bu nedenle sadece tek başına savaşa karşı olmak için değil, ülkemizin üzerinde oynanan oyunları geri püskürtebilmek için de bu savaşa ve İran’a müdahaleye karşı çıkmak durumundayız.

 

Ülkemiz çok ağır sorunlar yaşıyor

Türkiye ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal açılardan çok çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Türkiye’nin ekonomik ve sosyal dengeleri son derece bozuktur ve bu anlamda Türkiye’de rekor üzerine rekorlar kırılmaktadır. Örneğin işsizlik rekoru kırılmaktadır. Resmi rakam yüzde 11.8’dir ama gayri resmi rakamın ise bunun çok daha üzerinde olduğunu herkes tahmin ediyor. Cari açıkta rekorlar kırılıyor. Borç rekoru yine kırılmıştır. Bu dönemde Cumhuriyet tarihinin en yüksek borçlanması gerçekleşmiştir. Gelir dağılımında yine rekor seviyede dengesizlik vardır. Vergi adaletsizliği ise dillere destandır. Yoksulluk ve açlık almış başını gitmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik ve sosyal dengeleri  son derece bozuktur. Bize her ne kadar pembe  tablolar çizseler de, bunların gerçek olmadığını, her şeyden evvel kendi yaşamımızdan biliyoruz. Reel anlamda durumumuzun yıllardır değişmediğini, hatta reel anlamda ciddi gelir kayıpları olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.

 

Vergide adaletsiz sistem sürdürülüyor

Değerli arkadaşlar! Vergi dengesizliğine bir örnek vermek gerekirse bu, geçen hafta Maliye Bakanlığı’nın bir açıklaması ve gazetelerde yayınlanmasıyla çarpıcı bir şekilde ortaya çıktı. Örneğin beyanname veren serbest meslek sahibi, işveren, ithalatçı, ihracatçı, doktor, kuyumcu vs. 1.3 milyon beyanname sahibinin yüzde 53’ü açlık sınırının altında gözüküyor ki açlık sınırı Türk-İş’in yaptığı istatistiklere göre 561 YTL’dir. Bunların yüzde 89’u ise yoksulluk sınırının altında gözüküyor. Yoksulluk sınırı da yine Türk-İş’in yaptığı son ankete göre 1.829 YTL’dir. Örnek vermek gerekirse Türkiye’de altın imalatı ve ticareti yapan bir kişinin aylık geliri ortalama 526 YTL, ödediği vergi ise sadece 132 YTL’dir. Bir lokantacının ise aylık ortalama kazancı sadece 259 YTL, ödediği vergi 63 YTL’dir. Otel, motel, ithalat, ihracat yapan kesimin ortalama aylık gelirleri 1750 YTL ve ödedikleri vergi 586 YTL’dir. Oysa bugün bir asgari ücretlinin ödediği vergi aylık 140 YTL civarındadır.

 

Değerli arkadaşlar! Bu kesimlerin ödediği vergilerin bir çoğu asgari ücretlinin ödediği vergilerin altındadır. Bu Türkiye’deki vergi adaletsizliğine son derece çarpıcı bir örnektir. Kaldı ki Türkiye’de dolaylı vergilerin oranı yüzde 30’lar civarındadır ama dolaysız vergi diye tanımlanan vergilerin oranı  ise yüzde 70’in üzerindedir. Yani kazacına göre, gelirine göre vergi verenlerin oranı yüzde 30’dur. Ne kadar para kazanırsanız kazanın, bakkala, markete gittiğiniz veya herhangi bir alışveriş yaptığınız zaman ödediğiniz dolaylı vergi, herkesten aynı oranda, aynı miktarda, eşit şekilde alınmaktadır.

 

Oysa Avrupa Birliği’nde tam tersi bir durum vardır. Dolaysız vergilerin oranı % 34’tür, dolaylı vergilerin oranı ise % 66’dır. Türkiye’de vergi adaletsizliği söz konusudur. Bunun dışında Türkiye’de çok ciddi toplumsal ve siyasal sorunlar yaşanmaktadır. Türkiye hızla bir yerlere doğru götürülmek istenmektedir. Toplumsal huzursuzluk, kavgalar, şiddetli çatışmalar her geçen gün artmaktadır ve gelişmeler son derece kaygı vericidir. Buna karşın siyasi iktidar toplumu gerici politikalar uygulamaktan vazgeçmemektedir. 

 

Ülkenin temel sorunları giderek büyüyor

Bunun yanında toplumun genel anlamda durumunun düzelmemesi, yoksulluğun, açlığın ortadan kalkmaması, yolsuzluğun büyük boyutlarda devam etmesi Türkiye’nin şu anda çok temel sorunlarıdır ve bu sorunlar giderek büyümektedir. Giderek de toplum kesimleri bir çatışma ortamına doğru savrulmaktadır. Umut ediyoruz ki Türkiye bu noktalara doğru gitmez, siyasi  iktidar aklını başına alır. Bu siyasi iktidar, bugüne kadar gelmiş geçmiş iktidarlar arasında  en fazla emek karşıtı politikaları izleyen bir iktidardır. Sırtını sermayeye dayamıştır. Arkasını çalışan emekçilere dönmüştür ve uygulamakta olduğu politikaların hepsi çalışanların aleyhinedir.

 

İş yasasını ele alın, SSK hastanelerini ele alın, sosyal güvenliği ele alın… Ki bunlardan sonra kıdem tazminatının geleceği bugünlerde açık açık dillenmeye başlamıştır. Bu siyasi iktidarın görevi, misyonu IMF’nin ve Dünya Bankası’nın yazdığı reçeteler doğrultusunda  sermayeye hizmet etmektir. Dolayısıyla bu siyasi iktidarın biran önce gitmesi Türkiye’nin ve çalışanların hayrınadır.

 

Türkiye seçim sürecine girdi

Değerli arkadaşlar! Tabi ki Türkiye bir seçim sürecine yavaş yavaş girmektedir. Bunu iyi görmek gerekmektedir. Seçimler ama zamanında olacaktır, ama erken yapılması söz konusudur. Bugünkü verilere baktığımız zaman Türkiye seçim sürecine girmiştir. Önemli olan biz çalışanların, sendikaların, emeği temsil eden herkesin, bu siyasi iktidarın politikalarını eleştirmesi, bunlara tavır almasıdır. Ancak sadece eleştirerek bir yere varamayız. Yakındığımız sorunları, eleştirdiğimiz sorunları değiştirmek durumundayız. Değiştirmek için de örgütlenmek ve siyaset yapmak durumundayız. Türkiye bir seçim sürecine girmiştir. Şimdi bizim yapmamız gereken, önümüzdeki seçimlerde almamız gereken tavrı belirlemeye yönelik tartışmalar yapmaktır. Ve mutlak suretle önümüzdeki seçimde bir siyasi tavır koymak durumundayız.

 

Emeğin gücünü ve etkinliğini bu seçimlerde gösterelim

İşçilerin, çalışanların, genel anlamda emeğin gücünü ve etkinliğini bu seçimde hissettirmek durumundayız. Bizlerin siyasete bakış açılarını değiştirmemiz gerekir. Kendi sınıfsal penceremizden olaylara ve dünyaya bakıp, kendi çıkarlarımız doğrultusunda siyaset yapmalıyız. Bu anlamda siyaset yapma tarzımızı, siyasetteki tercihlerimizi değiştirmek durumundayız. Eğer bunları yapamazsak yine bir seçim yaşanacaktır, seçimden sonra ama şimdiki parti ama  başka bir parti iktidara gelecektir. Bu durumda aynı yakınmalara, aynı şikayetlere devam edeceğiz. İşte bu şikayetleri ortadan kaldırabilmek için daha emekten yana, çalışanlardan yana, emekçilerden yana politika izleyen siyasi partilerin iktidara gelmesi yönünde çaba, etkinlik ve tavır ortaya koymak durumundayız.

 

2821 ve 2822 sayılı yasalardan kurtulmak zorundayız

Değerli arkadaşlar! Sendikal hareketteki sıkıntılara ve Türkiye’nin sıkıntılarına, toplumun yaşadığı sıkıntılara geçerek birkaç noktayı da burada açmak istiyorum. Örneğin şu anda Türkiye’de hepimizin şikayet ettiği ve 12 Eylül’ün izlerini en fazla taşıyan iki yasa var. Bunlardan biri 2821 sayılı Yasa diye tanımladığımız Sendikalar Yasası, diğeri de 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası.

 

Bu iki yasa ile ilgili olarak üç yıldan bu yana değişik taslaklar hazırlanmakta ama maalesef Hükümet bir türlü 2821 ve 2822 sayılı yasalardaki değişiklikleri Meclis gündemine getirmemektedir. Bu iki yasa, sendikaları son derece bürokratik yapıya kavuşturan ve sendikacıları bir kalıba sokmayı hedefleyen yasalardır. Bu yasalar son derece yasakçıdır ve özgürlüklerden uzaktır. Bu yasalarla Türkiye sendikal hareketi bugüne kadar nasıl ayakta kaldı, gerçekten de ben bunu bir başarı olarak görüyorum. Hatta neredeyse mucize olarak görüyorum. Çünkü sendikalar yasaklanarak, kalıplara sokularak, özgürlüklerin önü kapatılarak kendilerini geliştiremezler. Kendilerinin bağımsız bir şekilde sorun çözme yeteneklerini geliştiremezler. Bu koşullarda sendikalar bağımsız olarak tespit ettikleri vizyon ve misyonların hayata geçiremezler, gerçekleştiremezler.

 

Şimdi yeni sendikalar yasasında, toplu iş sözleşmesi grev ve lokavt yasasındaki değişiklikler sendikalara sunuldu ve şu anda bunlar tartışılıyor. Biz bu iki yasa tasarısındaki değişiklikleri Petrol-İş Sendikası olarak genel anlamda olumlu buluyoruz. Bu değişiklikleri destekliyoruz ve bir an önce bu tasarıların yasalaşmasını istiyoruz. Ama yine de sendikaların bağımsız ve özgürlükçü yapılara kavuşmasının önünde birçok engellerin çıkarıldığını da görüyoruz.

 

Bu yasa değişiklikleri ne getiriyor?

Sadece birkaç önemli maddeye değineceğim. İki yasada toplam 40’a yakın değişiklik öngörülüyor. Burada bazı prosedürler basitleştiriliyor, sadeleştiriliyor. Örneğin sözleşme süreleri, sözleşmedeki görüşme süreleri kısaltılıyor. 61 günlük süre 30 güne çekiliyor. Arabuluculuk tarafların inisiyatifine bırakılıyor. Taraflardan biri arabulucuyu kabul etmediği zaman arabulucu mekanizması devreye girmiyor ve 45 gün içerisinde grev kararı alabiliyorsunuz. Grev uygulama sürelerinde de kısaltma var. Bunun yanında çok önemli bir değişiklik var. Grev yasakları, bankacılık ve noter işyerleri hariç işkollarının tümünde hemen hemen kaldırılıyor. Bizim işkolumuzda da petrolün üretimi hariç, onun dışındaki dağıtım, rafinaj, petrokimya vs gibi alanlarda grev yasakları kalkıyor. Tabi ki bankacılık ve bazı işkollarında grev yasağının kalkmaması büyük bir eksikliktir. Bunun hiçbir şekilde ne ILO, ne de AB standartlarıyla ilgisi yoktur. Tamamen finans sermayesinin hükümet üzerindeki baskılarından dolayı konmuş bir tekliftir.

 

Bunun dışında noter şartı ortadan kalkıyor. Bu konu, sendikalar arasında şu anda ciddi bir tartışma konusu. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda genel eğilimin bu yönde olmasına rağmen bu konuda ortak bir karar çıkmamıştır. Sendikal arasında noter şartı kalksın mı kalkmasın tartışmaları devam etmektedir. Bunun nedeni sahte üyeliklerdir. Bugün Çalışma Bakanlığı’nın istatistiklerinde görünen üye sayılarıyla gerçek üye sayıları arasında dağlar kadar fark vardır. Örneğin Bakanlığın istatistiklerinde sadece Türk-İş’in üye sayısı 2 milyonun üzerinde gözükmektedir. DİSK’in üye sayısı 1 milyona yakındır. Hak İş’in üye sayısı 600 binler civarındadır. Oysa üç konfederasyonun toplam, gerçek üye sayısı 700 – 750 binler civarındadır.

 

Yaptırımların uygulanması koşuluyla noter şartı kalkabilir

Bir çok sendika maalesef sahte üye fişleriyle baraj aştı, yetkiler aldı. Biz noter şartının kaldırılmasından yanayız. Ancak noter şartı  kaldırılırken, sahteciliğin önüne geçilebilmesi için bu yasada çok sıkı bir denetim ve yaptırımın uygulanmasından yanayız. Ve burada yasa tasarısı iki şey getiriyor. Birincisi, sahte üye yapıldığı zaman, bu üyeliği gerçekleştirenler hakkında üç aydan 6 aya kadar hapis cezası getiriliyor. Kesinlikle bu cezanın ertelenmemesi ve paraya çevrilmemesi öngörülüyor. 

 

İkincisi ise şudur; eğer birden fazla sendika, aynı işyerinde üye yaptırmaya başvuruyorsa, ilk başvurunun dikkate alınması, ikinci ve üçüncü başvuruların kesinlikle dikkate alınmaması öngörülüyor. Böylesine katı bir denetleme mekanizması ve cezai yaptırım getirilirse, biz bu cezalarla, bu şekilde noterlik şartının ortadan kalkmasına sıcak bakabiliriz. Çünkü noterlik, örgütlenmenin önündeki en büyük engellerden birisidir. Bu, hem çok büyük maddi kayıplara neden olmaktadır, hem de noterlere mesai saatlerinde gidilmesi zorunluluğu nedeniyle büyük sıkıntılar yaşanmaktadır.

 

Mevcut durumda noterlere mesai saati içerisinde gidilmesi ve üyelik fişlerini bizzat noterin görerek onaylaması gerekmektedir. Bunun yapılması ise mümkün değildir. İşverenden izin alarak, gidip noterde üye olamazsınız Bunu mesai saatleri dışında çözmeye çalışıyorsunuz ancak bu noktalarda da ciddi problemler yaşanıyor. İşverenler noterleri, hatta mesai saati dışında üyelik yapan sendikaları mahkemeye verdiler. Bu anlamda yargılanan sendikacılar ve noterler de mevcut şu anda.

 

Barajlar eninde sonunda kalkacak

Yasa tasarılarında noter şartının dışında barajlar da ortadan kalkıyor. Veya  oranlar düşürülüyor. Bilindiği gibi bir işkolunda sözleşme yapabilmek için yüzde 10, işyerinde ise yüzde 51’lik  çoğunluğa sahip olmanız gerekir. Bu yasa tasarıları hazırlanırken şablon olarak, temel olarak ILO standartları  esas alınmıştır. Ne ILO’da, ne de Avrupa Birliği’nde çifte barajlar yoktur. Türkiye’de şu anda sözleşme yetkisi olan 56 sendika var. Bugün gerçek sayılar üzerinden gidilirse, 56 sendikanın herhalde birkaç tanesi, bilemediniz 3- 4 tanesi  yüzde 10 barajını aşar. Onun dışındakiler barajı aşamaz. Şimdi bu barajın indirilmesi ve ortadan kaldırılması söz konusu. Burada iki öneri üzerinde tartışmalar var. Birincisi  uluslararası normlara hemen uymak ve bu barajı  0’a  (sıfır) çekmek. İkincisi ise, 2007’den itibaren barajı önce yüzde 5’e çekmek, sonra da 2013 yılına  kadar kademeli bir şekilde yüzde 10 barajını ortadan kaldırmak. Böyle bir geçiş öneriliyor. Bu konu da şu anda sendikalar arasında tartışılıyor. Baraj mutlak suretle aşağıya inecek. Tamamen kalkar mı bunu bilemeyiz ama mutlaka aşağıya inecektir. Önce yüzde 5’e, ondan sonra da kademeli bir şekilde aşağıya doğru inecektir.

 

Yeni gelişmelere hazırlıklı olalım

Tabi ki bu durum, Türkiye sendikal hareketinde bir takım yeni gelişmelere de neden olacaktır. 12 Eylül yasalarında barajların konmasının amacı sendikaları iki veya üç sendika altında toplamaktı. Bugün bunun bir mantığı kalmamıştır. Ama şöyle bir gerçek var. Bu baraj kalktığı zaman bugün Türkiye’de sayıları 97 olan işçi sendikası sayısı belki yüzlerle ifade edebileceğimiz sayılara ulaşacaktır. Sendikal rekabet bu anlamda daha da artacaktır. Ve bu durum belki işyeri sendikalarının kurulmasına, işveren destekli sendikaların da kurulmasına neden olabilecektir. Ama Türkiye sendikal hareket bunları yaşayacak. Tabi ki bunların olmaması için elimizden geleni yapacağız. Bunun dışında işyeri tanımları, iş kolu tanımları, grup sözleşmeleri, işkolu sözleşmeleri, teşbih uygulamaları gibi yeni tartışmalar bu yasaların içerisinde vardır.

 

12 Eylül yasaları bir an önce değişmeli

Bizim beklentimiz, Sendikalar Yasası’nda biran önce bu değişikliklerin yapılmasıdır. Ve tabii ki sendikaların önerilerinin de dikkate alınarak bu değişikliklerin yapılması gerekiyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik  Bakanlığı bu taslakları sendikalara gönderdi. Haziran ayında Cenevre’de toplanacak ILO genel kurulu var. Her ILO genel kurulunda Türkiye bu konuda eleştirilir. Şimdi de bu eleştirilerin önüne geçmek için bu taslaklar ortaya atıldı. Ama görüyoruz ki Çalışma Bakanlığı da bu yasaların çok peşinde değil. Eğer biz sendikalar olarak bu yasaları sahiplenmezsek, bu yasaların değişmesi doğrultusunda talepte bulunmaz, bir baskı gücü oluşturmazsak, bu yasalar yine uzun süre değişmeyecektir.

 

AB konusunda toplumda tartışmalar sürecektir

Avrupa Birliği konusunda da bir değerlendirme yapmak istiyorum. Avrupa Birliği’ne girilsin mi girilmesin mi tartışması çok önemli bir tartışma, medeni bir tartışma. Ve AB konusunda, bu toplumun hemen uzlaşacağı bir durum gözükmüyor. Türkiye’de bu tartışmalar uzun süre devam edecektir. Kaldı ki 10 yıllık müzakere sürecinden sonra Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne gireceği de garanti değildir. Bunun kararını 10 yıl sonra Türkiye’yi yöneten siyasetçiler, ya siyasi olarak veyahut da bir referandum yaparak halkın görüşüne başvurarak vereceklerdir. Ama sadece bizim karar vermemiz yetmez.  Bizi içine almak isteyen ülkelerin bazılarında da bildiğiniz gibi referanduma gidilerek, Türkiye alınsın mı alınmasın mı oylaması yapılacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi hiçbir şekilde garanti değildir. Kaldı ki Türkiye’nin önüne bir sürü engeller çıkarılmıştır. Türkiye’nin hassasiyetleri hiç bir şekilde dikkkate alınmamıştır. Bu tartışmaları toplumun sağlıklı bir şekilde yapması gerekir.

 

Ben bu konunun başka bir boyutuna değinmek istiyorum. Biz burada sendika olarak AB’ye girilsin mi girilmesin mi tartışmalarına çok odaklanmıyoruz. Bugün bir realite vardır;  müzakere sürecinin başlamasıyla Türkiye, AB yolunda yürümeye başlamıştır. Bu yoldan da kolay kolay geri dönüleceği gözükmüyor. O zaman bizler, sendikalar olarak, sendikal hakların ve sosyal hakların AB standartlarına kavuşturulması yönünde bir politika izlemeliyiz. Burada hükümet  siyasi kriterler, ekonomik kriterler, kültürel kriterler, diğer yasalara uyum konusunda çok ciddi adımlar atarken sendikal ve sosyal hakların uyumu konusunda hiçbir adım atmamış, Sendikalar Yasası’nın değişiminde dahi bu adımları atmamak için direnmektedir.

 

Müzakere sürecinden sendikalar olarak yararlanmalıyız

Buna karşın işverenler, Hükümet üzerinde öyle bir baskı oluşturmaktadırlar ki geçen ay TİSK’in yayınladığı bir raporda aynen şu ifade geçiyor: “Sosyal  uyum  konusunda Türk Hükümeti acele etmemelidir. Bu konu mümkünse müzakere sürecinin en sonuna atılmalıdır. Hiçbir şekilde bugünlerde T.C. Hükümeti, sosyal uyum konusunu gündemine almamalıdır.”

 

 TİSK’in raporu aynen bu şekildedir. Yani işverenler, sendikal haklar, sosyal haklar konusu 10 yılın sonuna atılsın diyorlar. İşverenler doğal olarak bu politikayı izlerler. Esas doğal olmayan ise bizim tavrımız, sendikaların tavrıdır. Sendikalar ise bunun karşısına çıkıp tam tersini söylemelidir. Evet biz AB’ye girilsin veya girilmesin demiyoruz ama bu konu sürdürülüyor. Neden Hükümet olarak bütün yasalarda uyumu sağlarken, sosyal uyumu sağlayamıyorsun? Bunu biran önce sağla, Sendika Yasasını değiştir. Kamu emekçilerine grevli, toplu sözleşme hakkını ver. Sadece Sendikalar Yasasıyla sınırlı değildir sosyal uyum. Bu yönde sendikaların bir politika geliştirmesi gerekir. Şimdi Avrupa Sosyal Şartı var. Bu konuların büyük bir bölümünün belirlendiği bir Sosyal Şart var. Bu Sosyal Şartı Hükümet bugünlerde yine komisyonlara getirecek. Türkiye’nin bu Sosyal Şartı imzalaması için Meclis’in onaylaması gerekiyor.

 

Ama Hükümetin tavrı ise sendikalarda toplu iş sözleşmesi haklarının, grev  haklarının belirlendiği, örgütlenme haklarının garanti altına alındığı Sosyal Şart’ın 5. ve 6. maddesine çekince  koyarak imzalamaktır. Ve üzülerek görüyoruz ki, konfederasyonlarımız başta olmak üzere emek örgütlerinin hiçbirinin bu konularda bir tek demeçleri dahi çıkmıyor. Oysa Sosyal Şartı Meclis’e getiriyorsan çekincesiz getireceksin. Grev hakkının olmadığı, örgütlenme hakkının kullanılamadığı bir Sosyal Şart’ın onaylanması bizim hiçbir şekilde yararımıza olamaz. İşte bu noktada sendikalar, AB’ye girilsin mi, girilmesin mi tartışmalarına odaklanacaklarına,  hızla bu konularda bir diplomasi yürütülmeliler.

 

Türk-İş AB Uzmanlar Kurulu oluşturmalı

Örneğin Sendikamız adına katıldığım Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun son toplantısında Türk-İş’in acilen Brüksel’de bir büro açması gerektiğini önerdim. Diplomasi oradan yürüyor. Lobi faaliyetleri oradan yürüyor. TİSK Brüksel’de yıllar önce AB bürosu açtı. Ayrıca Türk-İş bir uzmanlar havuzu oluşturmalıdır. Çünkü bu tarama ve müzakere sürecinde AB sosyal taraflara önem veriyor. Ve sosyal tarafların temsilinde, Türk-İş Türkiye’deki en büyük konfederasyon olarak, en önemli rolü oynuyor. O zaman Türk-İş’in bir uzmanlar havuzu oluşturması gerekir. Çünkü AB ile müzakerelerde 32 tane başlık var. Her bölümde söyleyeceğiniz bir sözünüzün olması gerekir. Bunun ciddi bir şekilde uzmanlar tarafından araştırılması ve her konunun uzmanının bu görüşlere de sosyal tarafları temsilen dahil  olması gerekir.

 

Ama ne yazık ki sendikalarımız, konfederasyonlarımız bunlardan uzakta ve süreç sadece seyrediliyor. Oysa süreci seyredemeyiz, müdahil olmak durumundayız. Sosyal alandaki gelişmelerin lehimize, emekçilerin, çalışanların lehine sonuçlanması yönünde çaba sarfetmemiz gerekir.

 

Bu anlamda Avrupa’daki sendikalardan, ETUC’dan, işkolu sendikalarımızdan ve Avrupa’da bu fikirleri savunan siyasi güçlerden de destek almamız gerekir. Çünkü AB içinde de iki farklı eğim var. Birincisi liberal bir Avrupa’yı savunan bir eğilim, bir de sosyal Avrupa’yı savunan eğilim var. Dolayısıyla sosyal Avrupa’yı savunan sosyal anlayışlarla da dirsek temaslarında bulunup, AB müzakerelerine damgamızı vurmamız gerekir. Burada gücümüzü ve etkinliğimizi ortaya koymamız gerekir.

 

Ermeni sorunu tarihçilere bırakılmalı

Değerli arkadaşlar! Türkiye’nin şu an gündemindeki bir diğer sorun da Ermeni sorunudur. Fransa’da bir yasa teklifi var. Ermeni soykırımını inkar edenlerin, yoktur diyenlerin cezalandırılmasına yönelik bir girişim var.  Bunlar peşpeşe geldi. Önce İsviçre, geçenlerde Bulgaristan’da gündeme geldi, birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da bunlar gündeme geliyor. Bizim bu olaya siyah  veya beyaz  olarak bakmamamız gerekir. Bir görüş kesinlikle böyle bir şey yoktur diyor. Bir görüş vardır diyor.  Burada yapılması gereken şudur; iki ülke de hem Türkiye, hem Ermenistan kendi arşivlerini tarihçilere açmalılar. Ve bu konuda elinde belge olan hangi ülke varsa, bütün ülkeler bu arşivlerini tarihçilere açmalılar Tarihçiler bu arşivleri incelerler ve bir karara varılır, bu işin olup olmadığına dair. Dolayısıyla tarihçilerin üzerinde uzlaşmadığı bir iddiayı Türkiye’nin karşısına getirmek ve Türkiye’yi başka yaptırımlara doğru zorlamak, hem Türkiye’yi germektedir hem de Türkiye’yi uluslararası ilişkilerde güç durumda bırakmaktadır. Ayrıca Fransa’nın girişimi fikir özgürlüğüne de bir darbedir. Bir taraftan özgürlük diyeceksiniz, herkes fikirlerini özgürce söylesin diyeceksiniz. Bunu bir temel, evrensel ilke olarak kabul edeceksiniz. Öbür  taraftan da Ermeni soykırımı yoktur diyenleri hapse atacaksınız. Bu fikir özgürlükleriyle de bağdaşmayan, çatışan bir durumdur. Biz burada bunun tarihçilere bırakılmasını ve bu konuda değerlendirmelerin bu şekilde yapılması gerektiğini düşünüyoruz.  (Bu tasarı daha sonra reddedildi)

 

Türkiye sendikal hareketi küçüldü, gücünü ve etkinliğini yitirdi

Değerli arkadaşlar! Özellikle  90’lı yılların başından itibaren sendikal harekette, hem dünyada hem de Türkiye’de çok ciddi tıkanmalar yaşandı. Bu tıkanıklığı bazı ülkelerin sendikaları derin bir krize girmeden aşma becerisini gösterdiler. Ama Türkiye sendikal hareketi, tıkanıklığın nedenlerini zamanında göremediği için, bunun ne olduğunu çok iyi kavrayamadı ve çözüm yollarını bulamadı. Türkiye sendikal hareketi küçülerek gücünü ve etkisini yitirdi. Sendikalar hem üyeleri, hem de toplum nezdinde ciddi bir güven kaybettiler. Dolayısıyla Türkiye’de bu anlamda bir sendikal kriz söz konusudur. Bu kriz ise ancak değişim ve yenilenme stratejileri geliştirerek aşılabilir. İdeal sendikalar, yapılarını, gündemlerini, politikalarını çalışma yöntemlerini ve mücadelede kullanacakları araçları değiştirmedikleri sürece bu krizden çıkamazlar.

 

Küreselleşmeye karşı emeğin de küreselleşmesi zorunludur

Sendikal hareketin yaşadığı krizin temel nedeni kapitalizmin küreselleşme adı altında yeniden yapılanmasıdır. Kapitalizmin yeniden yapılanmasında üretim süreçlerinde çok önemli değişimler olmuştur. Emeğin örgütlenme sürecinde de çok önemli değişimler olmuştur. Küreselleşme sürecine çok uluslu şirketler damgasını vurmuştur. Bugün dünyada tartışılan, devletlerin politikası değil, çok uluslu şirketlerin politikalarıdır. Çok uluslu şirketler üretimlerini zincirleme bir üretim olarak gerçekleştirmektedirler. Bu şirketler üretimlerini artık bir ana üretim fabrikası ile ona bağlı, dünyanın çeşitli yerlerinde onlarla, hatta yüzlerle ifade edebildiğimiz tedarikçi, taşeron diye tanımladığımız firmalar aracılığıyla gerçekleştiriyorlar.

 

Dolayısıyla bütün Dünya ülkelerine yayılmış bu üretim zincirine karşı mücadele artık sadece Türkiye’nin dört duvarları içerisinde yapılamaz. Sadece fabrikaların dört duvarları arasında

 yapılamaz. Artık mücadeleyi evrensel ölçekte yapmak durumundayız. Bu çok uluslu şirketlerle bilgi alışverişini sağlayan mekanizmalar oluşturmamız gerekir. Küresel şirket ağları elektronik ortamda oluşturulmalıdır.  Ki bu konuda oluşturulmuş sekiz on tane şirket ağı vardır.  Sendikalar bu ağlar aracılığıyla, günü birlik olarak, hızla  çeşitli ülkelerin sendikaları ve işyerlerini bilgilendirmeli ve burada toplu bir tavır ve dayanışmanın gerekleştirilmesi gerekir.

 

Küresel şirketleri küresel çerçeve sözleşmelere zorlamalıyız

Bunun ötesinde küresel çerçeve sözleşmeleri çok önemlidir. Şu anda bizim üst örgütümüz

ICEM küresel çerçeve sözleşmeleri yapma konusunda adımlar atmıştır. ICEM 12 tane küresel çerçeve sözleşmesi gerçekleşmiştir. Bu küresel çerçeve sözleşmelerde, bu çok uluslu şirketler, dünyanın neresinde olursa olsun, örgütlenme hakkına, sendika hakkına, toplu iş sözleşmeleri hakkına, kadın çalıştırılmasına, çocuk çalıştırılmasına,  çevreye saygı göstermeli şeklinde temel ilkeler yer almaktadır.

 

Bunlar olumlu gelişmelerdir ama yeterli değildir. Bu küresel çerçeve sözleşmelerinde aynı zamanda, dünyanın neresinde çalıştırılırsa çalıştırılsın bir işçinin asgari ücret ve sosyal hakları da belirlenmelidir. Yani Türkiye’ye geleceksin, burada işçiye verdiğin 350 euroyu, 500 doları çok göreceksin. ABD’ye gidip aynı işi yapan bir işçiye 3 bin dolar ücret vereceksin. Bu kabul edilemez. Çok uluslu şirketleri küresel sözleşmelere zorlayarak, dünyanın neresinde çalıştırılırsa çalıştırılsın tüm çalışanların benzer haklara sahip olmaları sağlanmalıdır.

 

Küresel şirketlere karşı mücadele ancak bu şekilde, küresel bir mücadele verilerek, işçi sınıfının uluslararası dayanışması ciddi anlamda gündeme getirilerek gerçekleştirilebilir.

 

Bunu yapabilmek için de öncelikle Türkiye’deki sendikal hareketin derlenip toparlanması gerekir. Türkiye sendikal hareketi parçalıdır, küçülmüştür ve giderek daha da parçalanma ve küçülme ihtimali yüksektir. Küçülen ve bölünen parçalarla etkili ve güçlü bir sendikacılık yapamazsınız. Güçlü ve etkili bir sendikacılık ancak birleşerek yapılabilir.

 

 

Türkiye sendikal hareketi acilen birleşmeyi gündemine almalı

İşte Türkiye sendikal hareketi bu nedenle acil bir şekilde  birleşmeyi gündemine almalıdır. Bu birleşme, iş kolları sayısını azaltarak, her iş kolunda bir sendika şeklinde olmalıdır. Bunun ikinci adımı da devamlı, işçi gibi söylemleri, sunni ayrımları ortadan kaldırarak, emek veya çalışan işçiler adı altında, bütün çalışanların yani emeğin tek çatı altında  birleştiği bir organizasyonu gerçekleştirmek olmalıdır.

 

Türkiye sendikal hareketi için bu çok acildir ve acilen  yapılması gereken bir iştir.  Hiçbir sendika, konfederasyon önüne ön şart koymadan birleşmeyi gündemine almalıdır. Türkiye sendikal hareketi birleşmeli ve arkasından da  sadece ulusal sınırları değil artık dünyayı hedefleyen bir sendikal strateji geliştirilmelidir.

 

 

Sosyal güvenlik yasaları bir faciadır

Değerli arkadaşlar değineceğim son konu sosyal güvenliktir. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer,  SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur’un birleşmesini onayladı. Diğer yasaları Cumhurbaşkanımız veto etmiştir. Sayın Cumhurbaşkanını yürekten kutluyoruz. Bu yasaların özünü, temelini oluşturan 15 maddeyi Cumhurbaşkanı veto etmiştir. Veto ettiği gerekçeler de son derece yerinde gerekçelerdir. Hatta Cumhurbaşkanı,  yaşam ortalamasının 66 olduğu bir ülkede, işçilerin 65 yaşında emekli olması sosyal devletle bağdaşmaz diye de gerekçesini koymuştur.

 

Sosyal güvenlikteki bu vetodan sonra umuyoruz Hükümet, umuyoruz diyoruz ama pek tahmin etmiyoruz ama gene de umut ediyoruz Cumhurbaşkanı’nın önerilerini dikkate alır. Sendikaların bu konudaki önerileri zaten Cumhurbaşkanı ile paraleldir.  Hükümet umut ediyoruz bunları dikkate alır ve sosyal güvenliği bir sosyal faciaya dönüştürmez. Sosyal güvenliğin amacı, sosyal riskle karşılaşan bireylere ekonomik ve kısmi güvence sağlamaktır. Ancak bu yasalarda bu güvencelerin hiç birisi yok. Emekli maaşları düşürülüyor, emeklilik koşulları ağırlaştırılıyor gün ve prim açısından vs. Ne  ekonomik risk altında olanlara bir ekonomik kolaylık sağlanıyor ne de ciddi risk altında olanlara bir kolaylık sağlanıyor. Çünkü getirilmek istenen genel sağlık sigortası ile artık sağlık hizmetleri sadece paketin içinde kalanlar hariç, hepsi paralı hale getiriliyor. Ve mutlaka paket dışında kalanlardan bir katkı payı ödeyerek yararlanabiliyorsunuz.

 

Dolayısıyla sosyal güvenlikte reform adı altında getirilen bu düzenlemeler,  Türkiye’de özelleştirmelerin geldiği boyutu  göstermesi açısından çarpıcıdır. Çünkü bu düzenlemeler sağlık sektörü ve sigortacılıkta artık özelleştirmenin ve piyasalaşmanın önünü açmıştır.

 

Bütün dünyanın şaşkın bakışları arasında Türkiye’de sosyal güvenlik yasa tasarısı değişiklikleri gerçekleşmiştir. Türkiye ne bir Fransa gibi ne de bir başka ülke gibi bir tepki ortaya koyamamıştır. Gerçekten de bütün dünya şaşkınlıkla izlemiştir Türkiye’deki bu değişikliklerin bu kadar kolay, bu kadar sorunsuz bir şekilde olmasını.

 

Sendikalar yanlış politika ve strateji izlediler

Bunun nedeni şudur; elbette burada sendikaların rolü büyük. Ama tek başına sendikaların tutarsızlıkları, politikasızlıkları veya zaman zaman ifade ettiğimiz gibi hükümete destek vermesi, örtülü destek vermesi değildir.  Esas itibariyle sendikaların izlediği politikalar ve stratejiler yanlıştır. Yapılması gereken şuydu; önce toplumun bilgilendirilmesi, bilgilendirilmiş bir toplumla toplumsal mücadelenin yapılmasıydı. Nasıl ki biz Tüpraş konusunda böyle bir strateji izledik. İlk defa sendika olarak böyle bir strateji izledik. Ve bugün Türk toplumunun  yüzde 73’ü Tüpraş’ın özelleştirilmesine karşı hale geldi. İşte aynı stratejiyi burada sendikaların izlemesi gerekirdi. Politika birliği yapılması gerekirdi. 72 milyonu hedef alan bir kampanya yürütüp, arkasından da bilgilendirilen toplumu, toplumsal mücadeleye çağıracaktı. 100 binleri değil, belki milyonları o zaman Ankara’ya toplayacaktı. O zaman belki genel grevin önü açılacaktı ve sosyal güvenlik yasasını bu şekilde bu Hükümet çıkaramayacaktı. İşte sendikal politikaların başarılı olabilmesi için bizim yaptığımız gibi, Petrol-İş’in Tüpraş’ta yaptığı gibi yeni stratejiler geliştirmesi, yeni mücadele yöntemleri, yeni araçlar geliştirmesi gerekirdi.

 

Petrol-İş’in politika ve stratejisi örnek alınmalıdır

Düşünün ki Petrol-İş Sendikası  Tüpraş sürecinde sadece 7 gün, 5 ulusal kanalda, günde 3 spot halinde reklam filmi oynattı, propaganda filmi oynattı. Bizim olanağımız bu kadardı. Siz  Emek Platformu’nu oluşturan kurumların bütçelerini,  konfederasyonların bütçelerini birleştirdiği zaman oluşacak gücü, potansiyeli düşünün. Ve Türkiye’nin her yerinde yayın örgütleriniz var. Bizim 7 günde, sadece 3 sefer yaptığımız kampanyayı aylarca, 24 saat boyunca ve her reklam kuşağında, her kanalda, yerel televizyonlar da dahil gösterebilirdik.

 

İşte o zaman görülürdü Türk toplumu sosyal güvenlik konusunda duyarlı mı  duyarsız mı. İşte bunu yapamadığımız için, şu anda sınıfta kaldık. Sadece basın açıklamalarıyla,  birkaç küçük eylem veya faaliyetle  bunu geçiştirmeye çalıştık.

 

İşte yapmamız gereken budur, izlememiz gereken sendikal stratejiler budur. Bunları yaparsak Türkiye sendikal hareketi ayakta kalkacaktır. Türkiye sendikal hareketi gelişmeye, büyümeye devam edecektir. Türkiye sendikal hareketi üyeleriyle olan güven bunalımını aşacaktır. Türkiye sendikal hareketi toplumla olan güven bunalımını aşacaktır, güçlü ve etkili sendikalar konumuna gelecektir. Hükümetler üzerinde, siyaset üzerinde son derece etkili tavırlar ortaya koyabilecektir ve üretimden gelen gücünü de zamanında, doğru ve etkili bir şekilde kullanacaktır.

 

Bunu yapamayan sendikalar önümüzdeki 5 yıl, 10 yıl içersinde ayakta kalamayacaklardır. Yaşama şansları yoktur. Ama bunu yapan sendikalar ayakta kalacaklardır ve sendikal hareketin motor gücünü oluşturmaya devam edeceklerdir. Petrol-İş Sendikası sadece doğru politikalar izlemek adına değil, sendikal harekete bir yön verme yönünde bir politika, bir strateji izlemektedir. Umut ediyoruz ki bu düşüncelerimiz, bu mücadele anlayışımız, mücadelede kullandığımız yöntem ve araçlar diğer sendikalara örnek olur. Zaten bu politikalarımız, stratejilerimiz şu anda çok ciddi bir şekilde örnek olmaya başladı diğer sendikalara. Umut ediyoruz ki bu örnekler hızla artar ve sendikal hareket derlenir, toparlanır. Hem üyelerinin, hem de toplumun gelişmesi yönünde daha iyi çalışma koşullarını, daha iyi yaşam koşullarını, daha özgürlükçü, eşitlikçi, adaletin hakim olduğu bir sistemin kurulmasında rol oynarlar.

 

Çok olumlu gelişmelerin yaşandığı ülkeler de var

Ve bu anlamda dünyanın çeşitli yerlerinde bugün değişimler yaşanmaktadır. İşte bugün biz özelleştirmelere karşı mücadele verirken ve hatta, zaman zaman bazı kesimler tarafından bu mücadelemiz çağ dışılıkla suçlanırken, o özelleştirmelerin  yapıldığı ve topyekun bir toplumsal yıkımın yaşandığı ülkelerde geri dönüşler yaşanıyor. Bu anlamda kendimize Bolivya’yı, Venezülla’yı, Arjantin’i, Brezilya’yı örnek almalıyız. Bu ülkeler özelleştirme değil kamulaştırma politikaları izliyorlar. Venezüella’da bütün petrol üretim sahalarına Venezüella Hükümet el koydu ve halkın yararına çalıştırıyor. Ve bugün Venezüella dünyada en ucuz akaryakıtın kullanıldığı ülkedir.

  

Ortak mücadele geliştiremez isek kıdem tazminatlarımızı da kaybedeceğiz

Türkiye ise  dünyada en pahalı akaryakıtın tüketildiği bir ülkedir. İşte toplumsal mücadelelerde bu ülkeleri örnek olmalıyız. Veyahut Fransa’daki gençlerin ve sendikaların mücadelesini örnek almalıyız  sosyal güvenlik veya başka bir tür yasalarla ilgili olarak. Eğer bunu gerçekleştiremezsek bir sonraki genel kurulda belki de kıdem tazminatlarını konuşuyor olacağız, nasıl kaybettiğimizi konuşuyor olacağız. Çünkü ciddi biçimde Dünya Bankası son yolladığı raporda, kıdem tazminatını düzeltin talimatını vermiş durumdadır. İşte hak ve ihlallerin önüne geçmek için, daha iyi daha yaşanası bir sistem kurmak için ve topumun huzur ve refahını sağlayabilmek için bu şekilde mücadelelere, bu şekilde politikalara ihtiyacımız vardır.

 

Hepinizi o anlamda mücadeleye davet ediyorum. Herkesin sorumluluklarını yerine getirmesini temenni ediyorum. Ve bu genel kurulun, Mersin şube genel kurulumuzun örgütümüze, siz çalışanlara,  Mersin’e hayırlı olmasını diliyorum Hepinize başarılar diliyorum. Hepinize Merkez Yönetim Kurulu adına sevgi ve saygılarımı sunuyorum.”