Genel Başkanımız Mustafa Öztaşkın'ın Ankara Şube Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmanın tam metni:
“Sendikamızın, geçmişte görev yapan değerli Genel Başkanı, kardeş ve dost sendikalarımızın değerli merkez yöneticileri, şube başkanları, örgütümüzün çeşitli şubelerinden kongremizi izlemek üzere gelen şube başkanlarımız, yöneticilerimiz, temsilcilerimiz, üyelerimiz, merkez yöneticilerimiz, merkez denetim kurulu üyelerimiz...Ankara şubemizin genel kurulunu oluşturan çok değerli delege arkadaşlarım, üye arkadaşlarım ve değerli basın mensupları..Hepinizi şahsım ve merkez yönetim kurulu adına öncelikle sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
İnsanlığın en büyük doğal felaketinden ders alınmalı Değerli arkadaşlarım, sizlere gündeme ilişkin bazı kısa değerlendirmeler yapmak istiyorum. Öncelikle dün Japonya'da bir doğal afet yaşandı. Yaşayan insanlar olarak gördüğümüz en büyük doğal felaket. Öncelikle Japon halkına geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz ve onların acılarını Türk toplumu olarak, Türkiye'deki işçiler, emekçiler olarak paylaştığımızı ifade etmek istiyorum.
Japonya depremler konusunda dünyada en bilinçli,teknolojinin imkanlarının en üst düzeyde kullanıldığı ve depreme karşı korunmayı esas alan başta bina yapımları olmak üzere her türlü tedbirin alındığı bir ülkedir. Buna rağmen ülkede büyük bir felaket yaşanmıştır, binlerce insan, belki yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiştir.
Bu tabii ki insanlığın yaşadığı büyük bir felakettir. Ama bu felaketin bir deprem kuşağı bölgesinde olan ülke olarak bizlere yeni dersler çıkardığını da unutmamamız gerekir. Deprem kuşağındayız. Ülkemizin bazı bölgeleri ve şehirleri büyük bir risk altında. Peki biz bir depreme karşı ne kadar hazırlıklıyız? Bilimsel bir şekilde bu depreme karşı hangi tedbirleri alıyoruz? Toplumu eğitiyor muyuz ve buna uygun bir şekilde, depremin yıkımını azaltmaya yönelik bir şekilde bina yapımından tutun, planlamaya, şehirleşmeye kadar bir çok şeyi yerine getiriyor muyuz? Elbette bu soruların cevabı hayır. Çünkü Türkiye'de bilime inanç, bilimin yol göstericiliği ile birtakım tedbirlerin alınması, ülkenin ve toplumun politikalarının buna uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi ne yazık ki söz konusu değil.
Bu nasıl bir değişim? Değerli arkadaşlarım, ülkemizde bir değişim yaşanıyor. Bu değişim sıkça özellikle siyasetçiler tarafından, bilim insanları veya toplumun farklı kesimleri tarafından ile getiriliyor. Peki bu değişim nasıl bir değişim? Türkiye nereye doğru gidiyor? Bu sorunun cevabı ise gerçekten de çok tartışmalı bir durum. Özellikle son günlerde gazetecilerin tutuklanmasıyla gündeme gelen ve basın özgür mü tartışmalarıyla alevlenen ve yine referandumdan sonra ileri demokrasi söylemleriyle bu tartışmalar daha da alevlenmiştir. Bugün Türkiye'de 63 gazeteci tutukludur, 2 bin 500 civarında gazeteci yargılanmaktadır. 11 bine yakın basın mensubu, yazar-çizer hakkında soruşturma açılmıştır, bu soruşturmalar devam etmektedir.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye gerçekten demokratikleşiyor mu, özgürleşiyor mu; bu sorulara yanıt aramak durumundayız. Yoksa Türkiye'de anti-demokratik uygulamalar giderek artıyor mu, özgürlüklerden uzaklaşıyor muyuz? Bu sorulara elbette yanıtlar aramak durumundayız. Ama bu sorulara yanıtlar ararken ülkeyi yönetenlerin bakış açısıyla, onların söylemleri üzerinden değerlendirmeler yaparsak baştan yanıldığımızı ifade etmek isteriz. Bir bakalım şöyle bir tabloya; bugün insanlar Türkiye'de özgürce düşünüp, özgürce düşüncelerini ifade edebiliyorlar mı? Yoksa henüz kitabını yayınlamadan, taslak halinde bir kitap yazdığı için insanlar gözaltına alınıp, bu kitabından dolayı tutuklanıyorlar mı?
Veye bir sabah kapınız çalınacak mı acaba diyerek rahat bir şekilde uyuyabiliyor musunuz? Yoksa bu endişe ile mi her gün yatağınıza yatıyorsunuz? Yastığınıza başınızı koyuyorsunuz? Yargı bağımsız mı, adalet yerini buluyor mu, hukuk sağlıklı bir şekilde işliyor mu? Hakkını arayan insanların hak arayışlarına hukuk cevap veriyor mu? Tabii ki bu sorulara yanıt bulmamız lazım. Veya hukukta son dönemlerde gördüğümüz gibi deliller üzerinden zanlıya ve sanıklara gitme yerine önce insanlar gözaltına alınıp tutuklanıp arkasından deliller yaratılarak zanlı ve sanık şeklinde insanlar yargılanıyor mu?
İnsan gibi yaşayabiliyor muyuz? İnsan gibi çalışıp insan gibi bu ülkede yaşayabiliyor muyuz? Yoksa köle gibi çalışıp ancak karnımızı doyurabilecek bir şekilde mi yaşayabiliyoruz? Sağlığı ve eğitime eşit ve parasız bir şekilde erişebiliyor muyuz? Yoksa bütün bu hizmetler paralı hale mi geldi?
Herkes kimliğini, dilini, kültürünü ve inancını özgürce bu ülkede yaşayabiliyor mu? Yoksa kimliklerden, inançlardan ve kültürlerden dolayı insanlar baskı altına mı alınıyor? Bütün bunları uzatabiliriz. Onlarca örneğini sizlere sayabilirim değerli arkadaşlarım.
Bunlara vereceğimiz cevaplar ne yazık
ki pozitif cevaplar değildir, olumlu cevaplar değildir. Bütün
bunlara vereceğimiz cevaplar ne yazık ki olumsuz cevaplardır.
İnsanları eski dönemin, yasakçı dönemin, baskıcı dönemin, darbe
dönemlerinin,12 Eylül'ün izleri siliyoruz diye gerçekten de insanlar
kandırılıyor mu? Yoksa insanlar o dönemleri aratmayacak baskıcı,
yasakçı bir dönemi mi şu anda yaşıyorlar. İnsanlar gerçekten baskı
altına alınmış, sindirilmiş, ülkemiz ileriye doğru götürülmek
istenirken neredeyse ortaçağın karanlığına doğru götürülmeye
çalışılıyor. İşte değerli arkadaşlarım, biz geçmişin izlerini silmek istiyoruz. O baskıcı, yasakçı dönemin bütün izlerini, her türlü izini ortadan kaldırmak istiyoruz. Geçmişe hiçbir şekilde özlemimiz olamaz. Biz gerçek demokrasi istiyoruz, eşitlik istiyoruz, özgürlük istiyoruz, adalet istiyoruz, emeğe saygı istiyoruz, toplumsal barış istiyoruz. Bu insanların kardeşçe bu ülkede omuz omuza yanyana birbirlerine saygılı bir şekilde yaşamasını istiyoruz. İş istiyoruz, ekmek istiyoruz. İşte biz bütün bunların gerçekleştiği bir ülkede yaşamak istiyoruz ve bu anlamda da demokrasi mücadelemizi, özgürlük mücadelemizi, eşitlik mücadelemizi de sonuna kadar sürdürmek durumundayız.
Büyük bir mücadele ortaya koymak durumundayız! Ve bu konuda her bir birey, özellikle işçiler, emekçiler, Petrol-İş'in üyeleri, Petrol-İş'in bilinçli işçileri, öncü işçileri, kadroları bu konularda büyük bir mücadele ortaya koymak durumundadırlar. Aksi halde sorunlarımızın ne olduğunu, nasıl bir ülkede yaşadığımızı, nasıl bir dünyada yaşadığımızı, emeğimizin nasıl sömürüldüğünü, nasıl ucuz işçilik, güvencesiz, kuralsız bir işgücünün yaratılmak istendiğini hep beraber, koro şeklinde söylemeye devam ederiz.
Bunları söylemenin ötesine geçip bu konularda gerçek bir irade ortaya koymak, tavır koymak ve ülkemizde gerçek demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin hayata geçirilmesi ve emeğe olan saygının ve emeğin çıkarları doğrultusunda toplumun yeniden dizayn edilmesini, ekonominin, siyasetin, toplumsal yaşamın, sosyal yaşamın bütün, herşeyin, emeğin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillenmesini hedefleyen politika ve stratejiler ortaya koymamız gerekir. Bu yönde de büyük bir çaba ve uğraş vermemiz gerekir.
Büyümeden kim, ne kadar pay alıyor? Değerli arkadaşlarım, son günlerde yine çok kullanılan ifadelerden biri Türkiye'nin büyümesi. Türkiye zenginleşiyor. Yani büyüme demek zenginleşme demek. Ve hedefler var. 2023 yılında Türkiye dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi içerisine girmesi. Elbette Türkiye'nin büyümesini hepimiz istiyoruz. Çünkü büyüme demek zenginleşme demek, refah demek ve bu büyümeden aldığınız pay demek.
Tabii ki Türkiye zenginleşirken, büyürken kritik soru şudur; peki bu zenginlik ve büyümede bölüşüm nasıl? Kim bu zenginlikten, büyümeden ne kadarlık pay alıyor? İşte bizi ilgilendiren esas boyutu budur. Bu noktada geçtiğimiz günlerde Türkiye İstatistik Kurumu'nun 2009 yılı gelir ve yaşam koşulları araştırma sonuçları yayınlandı. Bu araştırma sonuçlarına baktığımız zaman mutlu bir azınlığın bu gelirden payını arttırdığını ama toplumun büyük bir bölümünün ise fakirleştiğini net bir şekilde görüyoruz. Ve bu tabloya göre milyonlarca insan et yiyemiyor, ısınamıyor, evini onaramıyor, üst baş alamıyor, tatile gidemiyor, eşyalarını değiştiremiyor, kirada sürünüyor. Ve borç batağında yüzüyor.
Rakamlar mı? İşte size bazı rakamlar. 2009 yılı milli geliri 952 milyar TL. Bu 952 milyar TL'den Türkiye'de en yüksek gelire sahip 14 milyon kişinin aldığı pay yüzde 47.6. Bakınız 75 milyonluk ülkede en yüksek gelir gurubundaki 14 milyon insan neredeyse bu gelirin yüzde 50'ini alıyor.
Aradaki fark büyük bir uçurum Peki tersinden bakalım. En altgelir seviyesindeki 14 milyon insan 952 milyar liralık gelirden ne alıyor? Sadece yüzde 5.6'yı alıyor. Aradaki fark bir uçurum. Ve bu aradaki fark 2007 yılında 8.1 iken 2009 yılında 8.5'e çıktı. 2011 verileri, özellikle krizin sonuçlarının da istatistiklerde görüldüğü 2011 verileri yayınlandığı zaman, bu farkın daha da açıldığını göreceğiz. Yani zenginimiz daha zengin olmaya olmaya devam ediyor, fakirimiz daha da fakirleşiyor. Yine geçtiğimiz günlerde dikkat çekici bir araştırma sonucu vardı. Bir derginin Türkiye'deki en zengin 100 kişi araştırmasında Türkiye'deki en zengin 100 kişinin aldığı toplam gelirini açıklamışlardı. Bu rakam 2009 yılında 87 milyar dolar iken 2010 yılında Türkiye'nin en zengin 100 kişisinin geliri 104 milyar dolara yükselmiş.
İşte bir taraftan kriz, yıkım, işsizlik, yoksulluk, işten atılma, ücretlerin düşürülmesi, esnek iş gücü, her türlü uygulama var. Ama diğer taraftan zenginlerin aldığı pay daha da katlanarak devam etmiş. Yine bu rakamlara göre her yüz kişiden 61 kişi sadece iki günde bir et yiyebiliyor, 37 kişi ısınamıyor, bakınız hiç ısınamıyor, 43 kişi yeni giysiler alamıyor, 59 kişi borç içinde kıvranıyor, yüz kişide 61 kişinin de evi yok.
12 milyon kişi yoksulluk sınırının altında Bütün bunlar Türkiye'deki yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliğinin hangi düzeylerde olduğunu göstermektedir. Ve yine bu açıklanan verilere göre yoksulluk riski altındaki nüfus bir yıl öncesine 11 milyon 580 binden 12 milyon 97 bin kişiye yükselmiştir.
Bu rakamlar öyle Türk-İş'in, başka kurumların rakamları değil. Devletin kurumunun rakamlarıdır. Kaldı ki bu rakamların nasıl hesaplandığına dair hepimizin kafasında büyük kuşkular vardır. Bugün yayınlanan enflasyon rakamlarının nasıl hesaplandığına dair, enflasyon hesaplamasında baz alınan kalemlerin neler olduğuna dair de bizleri hiç ilgilendirmeyen, toplumun büyük bölümünü ilgilendirmeyen kalemlerin o sepetin içerisine atılarak enflasyon rakamlarının nasıl aşağıya çekildiğini biliyoruz. Rakamlarla nasıl oynandığını da biliyoruz. Şu rakamlar hakkında kuşkulu yaklaşımımız olsa bile buna rağmen işte Türkiye'deki manzara budur. Bu, işsizlik ve yoksulluk altında toplumun kıvrandığının,açlık ve sefalet çektiğinin açık bir göstergesidir.
Bu tabloyu tersine çevirmek gerekiyor
İşte bütün bunları değiştirmek
gerekiyor. Bu tabloyu tersine değiştirmek gerekiyor. Bu tabloyu
tersine değiştirmek için de elimizde elbette fırsatlar vardır. İşte
bu fırsatlardan bir tanesi önümüzdeki seçimlerdir. Seçimler
yaklaşıyor. Peki bu seçimlerde bunu tersine çevirebilecek bir tavır,
bir irade, örgütlü bir duruş sergileyebilecek miyiz? Çünkü siyaset
dediğiniz şey tam da bu noktada ortaya çıkar, siyaset dediğiniz şey
ülkenin gelirlerinin biryerde paylaştırılmasıdır. Ülkenin
gelirlerinin hangi sosyal sınıflara, ne şekilde ve ne kadar
aktarılacağıdır değerli arkadaşlarım. 12 Haziran seçimlerinde buna uygun bir tavır ortaya koymalıyız! İşte biz bu tabloyu tersine çevirebilmek için 12 Haziran seçimlerinde buna uygun bir tavır ortaya koymamız gerekir. Elbette seçimler demokrasilerde hem geleceğinizin güvence altına alınabileceği, hem de hesabın sorulabileceği mekanizmalardır. Dolayısıyla bu mekanizmanın iyi bir şekilde kullanılması gerekir. Ve emeğin çıkarları doğrultusunda, sınıfsal bir perspektifle meselelere bakıp, sınıfsal çıkarlar doğrultusunda bir tavır ortaya konulması gerekir. Siyasi tercihlerimizi ve siyaset yapma tarzımızı emeğin çıkarları doğrultusunda değiştirmemiz ve buna uygun bir şekilde siyaset yapmamız, tercihlerimizi kullanmamız gerekir.
Hükümetin neler yapacağı biliniyor? Ben size Torba Yasa ile şunlar getirilmek istendi, şunlar kaldı demeyeceğim.Ulusal İstihdam Stratejisi'nde veya Orta Vadeli Mali Program'da Hükümetin ne yapmak istediği açık açık yazılı. Bazı sendikacı arkadaşlarımızın, Türk-İş yöneticilerimizin, bazı uzmanlarımızın medyaya açıklamaları oldu. “Torba Yasası'nda neler olduğunu göremedik, anlayamadık, geç anladık. Hükümet bize bunu vermedi” şeklinde açıklamaları oldu.
Torba Yasa'da neler olduğunu hiç görmenize gerek yok. Ulusal İstihdam Stratejisi'nde neler yapacakları yazılı. Yetmiyor, 2012 yılını da kapsayacak şekilde hükümet Orta Vadeli Program açıkladı. Bunun içinde hepsi yazılı. Bunu görememek diye bir şey sözkonusu olamaz. Görmek istemezseniz ancak görmezsiniz. Evet, iddia ediyorum; bazı sendikacılar, bazı Türk-İş yöneticileri bunu görmek istemedikleri için görmediler. Görememek diye bir şey sözkonusu değildir.
Yeni bir Torba Yasası, hem de seçimden önce! Torba Yasası'nda bunların bir kısmı gerçekleştirildi. Geçen hafta bu konuda yeni bir söylem ortaya çıktı; yeni bir Torba Yasası. Hem de seçimden önce. “Olamaz, Hükümet seçimi dikkate alır” dedim. “Hayır, göreceksiniz, dikkatli olun. Her an yeni bir Torba Yasası gelebilir” dediler. Çünkü bu siyasi iktidar seçimi bitmiş görüyor, seçimi yeniden kazandık, tek başına iktidar olduk, hatta Anayasa'yı tek başına değiştirebilecek bir güce erişebileceğiz diye görüyorlar şu anda. Ve topluma bu şekilde de bir görüş empoze edilmeye çalışılıyor. Ve toplum yönlendirilmeye çalışılıyor. Ve toplum buna gerçekten inanırsa elbette yeni bir Torba Tasarısı seçimden önce pekala gelebilir. Ama gelmese bile seçimden sonra nelerin gelebileceğini artık biliyoruz. Kaçınılmaz bir şekilde kıdem tazminatlarının kaldırılması veya yeni bir biçime büründürülmesi söz konusu olacaktır. Esnek çalışmanın her türlü uygulaması olacaktır. Öyle biz sözleşmeyle bunu yaptırtmayız demek bitecek. Çünkü İş Kanunu'ndaki o maddeleri değiştirecekler ve amil hüküm haline yani Yasanın uygulanmasını kanunen zorunlu hale getirecekler. Öyle sözleşme masalarında direnmelerden de bir sonuç alınamayacak. Onun için yarın ne olabileceğini elbette bugünden görüyoruz ve görmek durumundayız. Bütün bunları görüp de hala gereğini yapmayanlar ve bu yönde tavır koymayanlar yarın kıdem tazminatlarının kaldırılmasını, elimizdeki kazanılmış haklarımızın alınmasını, güvencesiz, ucuz bir işgücünün, kuralsız bir işgücünün yaratılmasının da vebalini taşıyacaklardır.
Herkesi bir kez daha uyarıyorum!
Burada bulunan herkesi bir kez daha
uyarıyorum. Bu vebalin altında kalmamak için elinizi taşın altına
koyunuz. Gereğini yapınız ve sınıfsal çıkarlarınız, tercihleriniz
yani genel anlamda emeğin ve çalışanların çıkarları doğrultusunda
bir tavır ortaya koyunuz. Ve bu konuda sadece bireysel tavır koymak
yetmez, toplumun diğer kesimlerinin de bilinçlendirilmesi bu yönde
tavır ortaya koyması için çaba sarf ediniz. Değerli arkadaşlarım, Bu noktada da sendikaların önemli bir toplumsal rolü vardır. Sadece sorunları dile getirmek, eleştirmek, durum tespitleri yapmak değildir sendikaların görevi. Sendikalar aynı zamanda geleceği öngörürler. Temsil ettikleri kitlenin, sınıfın başına nelerin gelebileceğini tahmin ederler. Aynı zamanda toplumun ve ülkenin çıkarlarını da gözeterek geleceğini planlayan ve buna uygun politika ve stratejiler geliştirirler. Bu nokta sadece eleştirmek değil, sadece seyretmek değil, aynı zamanda da bir tavır ortaya koymak gerekir.
Öyle biz partiler üste politika izliyoruz, tarafsızız gibi politikalar olmaz. Bu politikalar tamamen sermayenin ekmeğine yağ süren politikalardır. Bu politikalar doğrudan doğruya siz farkında olmasanız da sermayeye hizmet eden politikalardır. Bu politikaların işçi sınıfıyla, çalışanlarla, emekçilerle uzaktan yakından alakası yoktur.
Bazı sendikalarla beraber yürüyoruz! Biz Türk-İş içerisindeki bazı sendikalarla birlikte beraber yürüyoruz. Bir kez daha bu genel kuruldan bunu deklare ediyoruz. Biz bu sendikalar olarak bundan sonra nerede bir eylem varsa, nerede bir direniş varsa biz orada olacağız. Nerede bir sendikal faaliyet, örgütlenme faaliyeti varsa biz orada olacağız. Sadece Türk-İş'e bağlı yerlerde de değil. Türk-İş'e bağlı, başka konfederasyona bağlı sendikalı, sendikasız -hiç fark etmez- nerede bir işçinin, emekçinin sorunu varsa biz orada olacağız. Bu yolda beraber olmaya devam edeceğiz. Ve bu beraberliğimizi de Türk-İş Genel Kurulu'na götüreceğiz; ondan sonra da sürdürmeye devam edeceğiz.
Yok artık öyle sadece eleştirip, örgütsel disiplin gereği, örgütsel anlayışım gereği susmak. Biz örgütsel disipline önem veririz ama bunun da bir sınırı vardır. Öyle meydanı kimseye boş bırakmayız. Bizim bu örgütsel disiplinimizden yararlanarak sağda, solda konuşmalar yapılıyor. “Efendim Türk-İş dediğiniz 5 kişilik Yönetim Kurulu mu? Başkanlar Kurulu karar aldı da biz mi uygulamadık.” Evet, Başkanlar Kurulu karar aldı, siz uygulamadınız, bu kadar net söylüyorum. Evet Türk-İş 5 kişilik Yönetim Kurulu değil. Ama sizin geleneğinizde, sizin sendikal anlayışınızda, sizin kafanızda birlikte karar alma, hele hele tabana danışarak karar alma hiç yok ki? Demokratik işleyişleri, demokratik mekanizmaları, örgüt içi demokrasiyi işletme diye bir şey söz konusu değil ki zaten sizin kafanızda.
Siz, “Ben seçildim, ben bilirim, ben yaparım. Başkanlar Kurulu ne derse desin, Yönetim Kurulu olarak biz bildiğimizi yaparız. Veya çok zorlanır da Başkanlar Kurulu'nun dediğini karara dönüştürürsek o kararının içini nasıl sulandırırız” manevralarıyla hareket ettiniz. Tekel direnişi ile ilgili kararlar alınmadı mı? Bu kararlar sulandırılmadı mı? Bu anlayışta olan sadece Türk-İş de değil. Bu tür politikalara çanak tutan başka işçi konfederasyonları da var, emek örgütleri de var, memur konfederasyonları da var. İşte manzara bu. Burada biz tavrımızı ortaya koymak durumundayız.
Seçimleri, kamu TİS'leri için bir araç olarak görebiliriz Şu anda sözleşme dönemindeyiz. Ankara şubemiz de kamu ağırlıklı işyerlerinin örgütlü olduğu bir şubemiz. Bugün sendikamızın motor gücü diye diyebileceğimiz TPAO, BOTAŞ gibi işyerlerinde örgütlüyüz. Yine stratejik anlamdaki MKEK gibi işyerinde örgütlüyüz. Tabii bunun dışında sendikamızın Eti Maden'de, Afyon Alkoloid fabrikalarında da kamudaki sözleşmelerimiz devam ediyor. Bir sendika TİS stratejisini çok öncelerden, günün koşullarına göre oturur, konuşur, kararlaştırır, stratejiyi belirler ve bu stratejiye uygun bir şekilde hareket eder. Önümüzdeki seçimler var. Seçimleri TİS'lerde daha fazla hakların alınması için bir avantaj olarak, bir araç olarak görebiliriz. Bu gayet doğaldır. İşte biz Petrol-İş Sendikası olarak, stratejimizi Başkanlar Kurulumuz ile birlikte, 6 aya yakın bir zaman oldu; bu şekilde çizdik. Bu sözleşme döneminde hangi taleplerimizin dile getirileceğini, sözleşmelerin olmazsa olmaz maddelerinin ne olacağını kararlaştırdık. Hepsini tek tek söylemeyeceğim. TPAO'daki, BOTAŞ'daki ücret dengesizliğini, MKEK'deki sorunlarımızı söylemeyeceğim. Bu konulardaki politikalarımız belli. Geçen dönem izlediğimiz, talep olarak öne sürdüğümüz, gerçekleştiremediğimiz taleplerin bu dönem tekrar takipçisiyiz. Bunları hiçbir zaman gündemden düşürmedik, askıya almadık. Bu dönemde o talepler üzerinden gideceğiz. Ve sonuna kadar da yine bu dönem bir taraftan genel kamu ile birlikte, bir taraftan da Petrol-İş kendisine özgü kamu toplu iş sözleşmesi politika ve stratejisini izleyecektir.
Bu konu Türk-İş Başkanlar Kurulu'nda geçen Kasım ayında konuşuldu. Acilen seçimler dikkate alınarak, yetki başvurularının yapılması ve bu Mart ayında Türk-İş ile Hükümet arasında bu TİS'lerin genel çerçevesinin çizilmesi, arkasından da seçimlere kadar diğer sendikaların işyerlerinde tek tek bu sözleşmelerin bitirilmesi hedeflendi.
Bu sendikacılar işçi sınıfının sırtında kamburdur, kalkın ayağa bu kamburları atın! Biz sendika olarak örgütsel kararlılığı anında yerine getiren bir anlayışa sahibiz. Başvurularımızı yaptık. 7 Mart'ta ETİBOR'un sözleşmesine başlıyoruz. 22 Mart'ta da TPAO ve BOTAŞ'a başlıyoruz. Yine MKEK'ye de başladık. Peki 230 bin işçiyi kapsayan, 119-120 işyerindeki başvurular ne alemde? 15-20 işyerinde başvurular, yetki prosedürleri sonuçlanmış ve bizim gibi TİS'lere oturulmuş. Gerisi? Gerisi şunu düşünüyor; efendim birileri önden gitsin. Bir mesafe, bir yol alsın. Önümüzü açsın, biz arkadan geliriz. Bu anlayışı hiçbir yere koyamıyoruz.
Eğer ortak bir sözleşme yapılacaksa bir kere konfederasyonun bütün bu koordinasyonu sağlaması gerekir. Gereğini yapmayanlardan da hesabının sorulması gerekir. Öbür taraftan iş kolu sendikalarımız sözleşmenin tıkanmasından, kilitlenmesinden çekiniyorlar. Grev kararı, eylem kararı almaktan çekiniyorlar. Böyle bir sendikacılık anlayışı olabilir mi? Bu sendikacılık anlayışı tarihin çöp sepetine atılmak durumundadır. Bu sendikacılık anlayışları ve bu sendikacılar işçi sınıfının sırtında kamburdur. Kalkın ayağa bu kamburları atın.
Eksiklik, yanlış ve hatalar yapılmayacak Dolayısıyla işimiz o kadar kolay değil. Farkındayız ama önemli olan zoru başarmaktır. Herkesin yaptığını yapan insanlar sıradan insanlardır. Eğer sıradışı olmak istiyorsak herkesin yapamadığını, başkalarının yapamadığını yapmamız gerekiyor. Bu konuda Türk-İş içerisinde bizim gibi düşünen sendikalarla ortak bir politika izleyeceğiz. Öyle geçtiğimiz dönemlerdeki gibi eksiklikler, hatalar yapılmayacak. Veya akşam eylem kararı alınacak, ertesi sabah uygulanmak üzere. Akşam Başbakan'ın evinde görüşeceksiniz. Yetmiyor; sabah bir kez daha Başbakan'ın evine uğrayıp gelip “Bu eylemi yapmıyoruz” diyemeyeceksiniz. Karar alınacaksa yapılacak. Öyle gizli kapılar arkasında, özel görüşmelerle hiç kimse, bu dönem, bu sözleşmeleri bitiremez. Kusura bakmasınlar; böyle yaparlarsa bu Koordinasyon Kurulu'ndan çekiliriz. Bu konularda duyarlı olacağız, tavırlı olacağız, gereğini yapacağız. Geçmişten bu konuda birikimimiz var, mücadele anlayışımız var. Sadeci bir-iki işyerinde değil bütün işyerlerimizde bu politika ve stratejileri uygulayacağız. Başka türlü, iyi geçinerek, ricacı mantıklarla bu sorunların çözülmesi mümkün değildir. Ne bir genel müdürün gücü, ne bir bürokratın gücü, ne de bir bakanın gücü bu sorunları çözmeye yetmez. Tek adamlık zihniyetini anlatmaya gerek duymuyorum. Geçen dönem TİS'lerden sorumlu bir bakan Türk-İş Başkanına “Sayın Başkan ben bu sözleşmelerde hiç mi istediğim bir şey yapamayacağım” diyorsa, bu söz durumu anlatmaya yeter. Bu sözler sendikamızın örgütlü olduğu TPAO; BOTAŞ ve Tes-İş'in de örgütlü olduğu bir işyerindeki ücret iyileştirilmesi için söylendi. Yani bu işi çözeceksek kendi gücümüzle çözeceğiz. İnanacağız, direneceğiz, mücadele edeceğiz, sonuna kadar kararlı bir tavır ortaya koyacağız. Bu konuda üyelerimiz bu anlayışla hareket ederlerse Petrol-İş Sendikası her zaman olduğu gibi onların önüne düşecektir, onlarla beraber bunun gereğini yapacaktır.
Ankara şubemiz önemli bir misyona sahip Değerli arkadaşlarım, bugün Ankara şubemizin 23. Genel kurulunu yapıyoruz. Ankara şubemiz eski ve köklü şubelerimizden birisidir. Ve Petrol-İş içerisinde önemli bir yeri olan şubemizdir. Geçmişinde gerçekten de büyük mücadeleler vardır, başarılar vardır. Örgütümüz politikalarına da yön veren ve örgütümüzü başkentte temsil eden bir misyona da sahiptir Ankara şubemiz. Tabii ki seçimlerde çeşitli yarışlar olacaktır. Hemen hemen her şubemizde bunlar oluyor. Çünkü biz başta sendika içi demokrasiyi kesintisiz bir şekilde işletiyoruz. Bunun önünü ve kanallarını her yönden açıyoruz. Arkadaşlarımızın sahiplenmesini, katılımcı olmalarını ve bu işi daha iyi yapacak insanları seçmeleri konusunda her türlü demokratik mekanizmayı, sendika içi demokrasiyi kullanıyoruz ve işletiyoruz. Dolayısıyla bu yarışlar sağlıklı yarışlardır. Bu yarışlar yapılırken meseleyi kişiselleştirmeden, fotoğrafın büyüğünü görerek ve sınıfsal çıkarlar doğrultusunda hareket ederek ve en iyi yapmanın yarışı olarak görmemiz gerekir.
Genel kurullarımız kişisel tartışmaların ön plana çıktığı bir genel kurul olmamalı. Bu genel kurullarımız genel politikaların konuşulduğu, işçi sınıfının emeğin çıkarları için önümüzdeki günlerde neleri yapılması gerektiğinin konuşulduğu, tartışıldığı, planlandığı, merkez yönetimimize, örgütümüze, Başkanlar Kurulumuza ışık tutacak tartışmaların yapıldığı, ön açıcı, ufuk açıcı genel kurullar şeklinde olmalıdır. Bu düşüncelerle bu genel kurulun yapılması gerekir. Ankara şubesi kongremizin başta üyelerimize, işçi sınıfına ve ülkemize Merkez Yönetim Kurulu olarak hayırlı olmasını diliyorum.”
|